13 Kasım 2016 Pazar

Bir çikolataya bu kadar anlam yüklenir mi?




Bundan 4000 yıl önce Honduraslı yerliler kakao çekirdeklerinden bir içecek ürettiler, bu hayatımızda çok önemli bir yeri olan ve mutluluğun tadı olarak bilinen çikolatanın keşfiydi aslında. Kakao yağının da bulunmasıyla beraber katı çikolata yapımının yolu açılmış oldu ve Henri Nestle süt tozu elde edilmesini sağlayan bir metod geliştirerek çikolatanın tadında bir devrim yaşanmasını  bla bla bla.. Yok Nestle'nin reklamını yapmıyorum sakin olun..
Eğer bu yazıyı okumaya başlayıp da bir çikolata atmadıysan ağzına, bizden değilsin. Zira ben bir paketi bitirmek üzereyim şu anda. 
Bakın neler demişler: 
İhtiyacım olan tek şey aşk evet, ama ben küçük bir parça çikolatayı tercih ederim dostlarım, çünkü acıtmaz.-Charles Bukowski 

Annem her zaman hayatın bir kutu çikolata gibi olduğunu söylerdi. İçinde ne olduğunu asla bilemezsin. -Forrest Gump filminden

Problemim şu ki ben bağımlı bir insanım. Yalnızca bir kahve içemem ya da yalnıza bir parça çikolata yiyemem.- Guy Pearce

Mutsuz kadın yoktur. Az çikolata yiyen kadın vardır. -Anonim 

Bir arkadaştan daha güzel bir şey yoktur, çikolatası olan bir arkadaş değilse.- Linda Grayson


6 Kasım 2016 Pazar

Oturup yıldızlara bakalım dünyadaki seyrimize


writing tumblr ile ilgili görsel sonucu


Otur! Arkana bir yastık al sevgili okur.
Şunun şurasında kaç kişiyiz ki zaten, hadi çekinme ayaklarını da uzat.
Yazmanın yalnızlık gibi bir şey olduğunu söylediler değil mi? Issız, gariban yazarların  hayalleri, beklentileri, ümitleri doğrultusunda karalanan sayfalarda kendini bulabileceğini de söylemişlerdir. Hiç tanımadığın insanların sesini duyabileceğini, bir bebeğin ağlamasını, bir kuşun özgürlüğe kanat çırpışını, senden çok uzakta, apayrı bir zamanda yaşanan hikayenin hüznünü hissedeceğini de anlattılar. 
Bizim uyuşturucumuz da bu: yazmak ve okumak..
Her şeye inat iki satır karalıyoruz şurada, her şeye inat okumaya devam ediyorsun. Etrafına bakıyorsun cehalet sarmış bacayı, ekrana bakıyorsun, okumadığı kitap hakkında ahkam kesenleri mi ararsın, çivisi çıkmış ülkenin haberlerine mi göz atarsın bilemem artık.. 
Sosyal medya zaten çöplük, dostluk bitmiş, aile kavramı kalmamış, aşk desen can çekişiyor, ee ne kaldı geriye? 
Sanırım insana, insanlığa dair bir şey kalmadı. 
Canhıraş bir şekilde debeleniyoruz biz de.. Öyle destansı hikayeler anlatmak değil derdimiz. Kırılması mümkün olan hayalleri baştan kurmuyoruz. Kaç gecedir uyumadıysak, kaç zamandır yaraladıysak yüreğimizi üç-beş kelimeyle anlatmaya çalışıyoruz. Bu yüzdendir ne zaman incinsek yazmaya yeltenişimiz. 
Bugün pazarmış, yorulmuşsun, eğlenmişsin, ağlamışsın, ertesi günü düşünerek kendini sendroma sürüklemişsin ne farkeder? 
Sen şimdi buradasın ya, bu yazı da şükranla sana..



30 Ekim 2016 Pazar

Bir çift sözüm var

tumblr foggy ile ilgili görsel sonucu


Bazen bazı blogları okumaya yelteniyorum ya da twitterda timeline ı, facebookda sayfaları.. Özellikle genç kesim işin mizahını yapmayı seviyor, bir başka kesim ise sürekli aşktan dem vuruyor. Nasıl yaşadığından veya hissettiğinden değil, nasıl ayrıldığından! Sanki yazmak paylaşmak için aşık oluyor ve tüm enerjisini ayrılık sonrası acı çekmeye ayırıyor. Her şeyin rengi değişti. Artık 140 karaktere sığdırmaya çalışıyoruz, hayatlarımızı, hikayelerimizi, kurgularımızı, kendimizi!
Ve biri, hepinizin diye başlayıp a ve k ile devam eden bir küfür yazıyor oraya, yüzlerce beğeni alıyor, işte o an anlamını yitiriyor her şey. 
Ne kadar çok canı sıkılan insan var, canı sıkılanlar sıkıcı insanlardır diyordu izlediğim bir film repliğinde. Bana da öyle geliyor, ne bir değeri ne bir hissiyatı var, hayatın karşısına çıkardığı ne varsa pek bir sıkıcı geliyor, bilmiyor ki asıl sıkıcı olan kendisi, kabul etmek istemiyor. Kendi etrafında dönüp duruyor, kendisiyle bile geçinemiyor. Bir şey yok ki onun için yapılan, sabahları uyandığında yalnız, parmaklarını dertlerine geçirmiş, bir uçurtmanın peşinden gidememiş, herhangi bir şeyi yapmaya cesaret edememiş, yazmaya tereddüt etmiş, öyle işte..öyle..

Kimse tanıyamıyor kimseyi. Kendini bile tanıdığından emin değilsin ki! Hayatın sana sunduklarını seçme şansın oldu, okulunu, doktorunu, bulaşık makineni, kalemini, kıyafetini.. Arkadaşlarını seçtin, zordu bazı seçimler yapmak ama en kötüsüydü seçim yapamamak.
Aynı olayın doğru yolunu bulmak için sürekli geçmişe döndün, doğru yolu yoktu bunun, paniğe kapıldın. Yerinde saydın, sıkıldın. İleriyi göremedin.  Hayatın monotonluğunda başka hayatları merak ettin, sınırları aştın. Bir şarkının sözlerinde kaldın, defalarca dinledin, dünyanın en güzel şarkısını bulduğunu düşündün. Sonra ondan da sıkıldın!
Sanırım bu da bir insanlık hali ama insanlığın  kötü hali ve sanırım iyi hal diye bir şey kalmadı. 
Geçmişler olsun.



5 Ekim 2016 Çarşamba

Ekim falan da gider bu gidişle /Turgut Uyar

Yazmak kimimize iyi gelecek ama kimseyi kurtarmayacak ne yazık ki! Bir şeylerin anlamının olduğu zamanlara dönmek istiyor herkes. Böyle bir yer olduğunun umudunu yitirdik çünkü. Giden gitti zaten, kalanlar kabullendi. 
Her şeyi!

Bir kez yenilmiyor ki insan. Her darbe iz bırakıyor, yalpalanarak devam ediyorsun. Yorgunum sanıyorsun halbuki mutsuzsun. İnsan kolay kolay yorulmuyor zira.

Şimdi uyusak mesela, uyansak ve ilkbahar gelse, ayı derler. Kış uykusu onların ihtiyacı. Biz soğukta da yaşamalıyız ki sıcağın tadını çıkarabilelim. Bu tarz ikilemler yön veriyor hayatımıza. Herkesin içindeki önlenemez gitme isteği ile vazgeçmeme inadı bir kavga içinde. Birbirlerinin ağzını burnunu kırıyorlar. Yıkılıyor içindeki binalar, patlıyor bombalar, sarsıyor seni, ölüm gibi bir şey oluyor ama ölmüyorsun işte.

Çay var çünkü, sıcak geliyor masana, istersen şeker atabiliyorsun içine ya da yanında bir parça bisküviyi kemirebiliyorsun. Güneş var çünkü, o da sıcak, ısıtıyor iliğini, kemiğini, yazın şikayet ediyorsun, serin yerlere kaçıyorsun ama asla yok olsun istemiyorsun. Arkadaş var çünkü, iki lafın belini kırıyorsun. Anne var, evlat var, sıcacık. Bir kedin var belki de, kucağında yatırdığın. Hayat var çünkü ve sen hayatın içindesin, her ne kadar çığlıklar atarak gelsen de, sen bunu yaşamak zorundasın.
Yani, eylül de gider, ekim de gider, gitmezse hapı yuttun demektir. Seneye yine gelir merak etme, gidenin arkasından üzülmemeyi kafana vura vura öğretir bu hayat sana.


Hadi sağlıcakla kal sevgili okur. Yazının bu bölümüne kadar okumayı bırakmadıysan çok da sağlıklı olmamalısın çünkü ;) 

Fotoğraf: Emine Ebru



21 Eylül 2016 Çarşamba

Yağmurda terlikle gezeceğim


yağmurda  tumblr ile ilgili görsel sonucu


Bir yaz mevsiminin daha sonuna geldiğimizi üzerime giydiğim hırkıyla bildiriyorum sevgili okur. Mavinin en güzel tonlarını saklayıp sarıyı çıkardık kutudan. Hatta biraz erken oldu ama ıhlamur bile kaynıyor ocakta. Sabah yürüyüşleri başladı hafif puslu havada dökülen yaprakların arasında. Bir müddet sonra Ankara'da kırmızı yapraklar da görmeye başlarız. Central Park'daki kırmızı kestane ağaçlarının yapraklarına benzemese de bizi idare ediyor. Bulduğumuzla yetinmeyi küçüklüğümüzde öğrendik. 
Bu sabah yürürken telefonumdan kulaklığa oradan da kulağıma sirayet eden 'On my mind' adlı şarkıyı dinledim 103.1 frekansında. Şarkıyı kimin söylediğini bulmak için yarım saatimi harcadıktan sonra radyonun internet sitesine bakmak aklıma geldi. Son 24 saatte çalınan şarkıların listesini vermiş Radyo ODTÜ. Altın bulsam haydan gelen huya gider diye bu kadar sevinmezdim.
Haberlerde ' Herkes şokta' diye başlık atmışlar. Meğer Angelina ile Brad boşanıyormuş. Şok!! oldum cidden!!
Bu yazı da o şokun etkisinden çıkamadığım için yazılıyor. Şoktan kurtulsam roman yazacağım, o derece yani!
Nasıl da dipteyiz, nasıl duruyoruz buralarda biz?
Her yanımız soğuk, güneşe inancımız bitmiş, halbuki ateşe yürümeyi severdik, deli gibi yanarak umudumuzu yeşertmeyi severdik. şimdilerde bulunmuyor öyle bir ateş.
Bir şarkıyı tekrar tekrar dinleyince artık yabancı olmuyor sanki. Çok dinlenilen şarkılarda sakinleştiren bir hal var.
Daldan dala atlıyorum böyle, hem yaşlıyım hem çok konuşuyorum içerde, ne yapacaksın mizaç işte.
Hayatın bir döneminden sonra okuduğun okullar, kitaplar, yazdığın satırlar silik kalıyor. Gün yüzüne çıkan şey yaşam pratiğinin getirdikleri. Düşmelerin, kalkmaların, yaralanmaların, gerçeklerin ağırlığı diplomalarını ezip geçiyor. Yaşamın içine karışmak, yeni gerçekler bulmak ve o gerçeklerin sana uygun olduğunu anlamakla gelip geçiyor ömür denilen şey.
Neyse şarkıyı kapatalım, yazı da kendiliğinden son bulur zaten.




5 Eylül 2016 Pazartesi

Zaman ve olaylar akıp geçerler




Bu sabah yine aynı güne uyandım. Saat 7. Hafif serin. Bomboş. Biraz daha uyumak istedim. Ne olurdu sanki kalkmasam, bitmese, yetişmese derken telefonun alarmı da çalmaya başladı. Kapattım. İki bildirim, bankadan bir mesaj ve hiç arama yoktu. O kadar mı yalnızdım!
Yüzümü yıkadıktan sonra aynaya baktım.
Gördüğüm kişi olduğum kişi miydi? Olduğum kişi kimdi? Yalnız mıydı o da? Bir şişe şarabın içinde boğulmuş gibi bitkin duruyordu. Halbuki erkenden yatmıştı, yoksa beni yatırıp geceye devam mı etmişti? Ben hangisiydim?
Ama birisi tam sopalıktı. Diğerinin belki de -varolan- huzurunu bozmak için çabalıyordu. Akşamdan kalma şiş gözlerle talimatlar veriyordu. Kalkma, gitme, yapma, etme, zorlama, bırak, öleceksin, kaybet, yıkıl, kulak asma, ne işin var, yat yahu, yat uyu be kadın!
Dayanamıyordum!
Her şeyin sustuğunu, hayatın durduğunu, tek kaldığımı hissedene kadar bakmaya devam ettim. Bu benim savaşımdı. Kime neydi?
Alışkındım zaten, aynı olayı, doğru yolu bulmak için sürekli yaşıyordum. Ama doğru yolu yoktu bunun. Bu kısımda anlaşamıyorduk.
Sırf alıştım diye huzursuzluğu azalmıyordu fakat ne yapacağımı biliyordum, paniğe kapılmaktansa sessiz sakin dinliyordum kendimi.
Bazen bazı şeylerin olmasındansa bazı şeylerin olmayacağını yüzümdeki ifadeye yerleştirerek, hayatın monotonluğunu da sırtıma yüklenerek çıkıyordum artık. Başka insanların başka hikayelerini süslü cümlelerle yazmak üzere gidiyordum kendimden..



3 Eylül 2016 Cumartesi

Bu efkar hepimizin



Eylül (müş) Cumartesi (ymiş); gün akşama dönüyor (muş)
Ankara havası malum akşama doğru epey soğuyor (muş)
Yaz bitiyor (muş)
Sonbahar hüzünlü (ymüş)
Yapraklar dökülüyor (muş)
Balkonlardan, bahçelerden yavaş yavaş eve geçiliyor (muş)
Şiirler yazılıyor (muş) kafiyesiz.
Kadehler dostluğa kalkıyor (muş)


1 Ağustos 2016 Pazartesi

Darbedar değil, derbeder olanlara gelsin ;)



Bu da geçer!


İçimden ağlamak geliyor, tutuyorum. Ağız dolusu küfretmek istiyorum, yakıştıramıyorum kendime. Ama suçun büyüğü bende, anlamalıydım, bu kadar üzerine gitmemeliydim. Besbelli sevmiyor işte, yaptığım ahmaklık, nasıl da kandırmışım kendimi. Kalbim susmuyor, bir kızılcık sopası lazım bana. 
Tüm inandığım değerleri yitirdim, insan olmaktan çıktım, ayaklarına kapanıp yalvarmadığım kaldı, yok, olmuyor, ne yapacağım ben, söyle bana, bir akıl ver ne olur..’ diye konuşup duruyordu. 

Birkaç gün önce seninle görüşmek istiyorum dediğinde meselenin bu olduğunu hiç tahmin etmemiştim. Aşıktı ve çaresizdi. Onunla konuşmak ve birkaç tavsiye vermekten başka ne yapabilirdim ki!
Belli ki o da içinde biriken şeyleri birine anlatmak istemişti.

Diyemedim ki ona, alışacaksın, zor gelecek ama kabulleneceksin. Böyle böyle büyüyeceksin, kapanacak kalbindeki yara, bir başkası çıkana kadar karşına. Onunla avunacaksın, seveceksin yine, beynine onu sevdiğinin işaretlerini göndereceksin. 
Bir başkasını sevmiş ya da seviyor olacak sevdiklerin, gölgelerin karanlığında bulacaksın kendini, yine unutacaksın, kalbini susturmayı öğreneceksin. Her yitiriş bir şeyler kazandıracak sana. Böylelikle çaresizce sevgi dilenmeyeceksin karşındakinden, sevgi sözcükleri beklemeyecek, ellerinin sıcaklığını merak etmeyeceksin.
Diyemedim işte.
Ona söylediklerim şarkıda söylenilenden farklı değildi.

‘Geçer geçer daha öncekiler gibi
Bu da geçer, neler neler geçmedi ki

Yine düşer deli divane gönlün aşka’


25 Temmuz 2016 Pazartesi

Bir kedim bile yok



Soğuktu kulübe, az önce yaktığım soba daha yeni ısıtmaya başlıyordu. Yatağa uzanıp biraz dinlenecektim ki, dışarıdan gürültülü bir ses duydum. Hemen çıkıp baktığımda, ıslanmasın diye kulübenin yağmurluklarının altına dizdiğim odunların bir kaçının devrildiğini gördüm. Bir fare, sincap ya da ayı bile olabilirdi. Ama bu bölgede ayıların yazın dağlarda yiyecek bulamazlarsa eğer buralara kadar nadir olarak indiğini biliyordum.Yani şu mevsimde uykuda olmalıydılar. Yıkılan odunları yerine koyuyordum ki çaresiz iki çift göz öylece bakıyordu sıkıştığı tahtaların arasından.
Küçücüktü, minnacık, ıslanıp üşümüştü, tüyleri üzerine yapışmış, sıçan gibi görünüyordu. Miyavlamaya çalışır gibi ses çıkardı. Önce üzerindeki odunları aldım itinayla, bir yerine bir şey olacak diye ödüm kopuyordu. Biraz rahatlatınca kaçmaya çalıştı ama tuttum onu, göğsüme doğru yaklaştırıp sardım. Kulübeye götürüp yarası var mı diye baktım.
Birkaç haftalıktı sanki, annesi nerelerdeydi acaba? Belli ki açtı, çelimsiz görünüyordu.
Bu arada radyoda çalan müziğe kulak verdim. Sezen Abla söylüyordu:
‘Bir kedim bile yok, anlıyor musun; hadi gülümse’

Gülümseyerek havluyla sardım kediyi. Bir kedim vardı artık.

Sıcak yaz günlerinden biriydi ilk aklıma gelen şey, hiç unutmuyorum 16 Ağustos’tu. İstanbul’dan arabamla yola çıkmış körfezi dolanarak Bursa’ya gidiyordum, aslında sabah çıkacaktım yola, uyku tutmayınca gecenin bir vakti yola koyuldum. İzmit civarında yol kenarındaki bir restoranda yemeğin yanında alkol de aldım. Ama yola devam etme durumundan vazgeçmiş değildim.
Yeniden bindim arabama, gecenin ıssızlığında bölünmüş yolda ilerledim epeyce. Gölcük civarıydı, yavaşlamıştım, yine de belli bir hızım vardı. Dinlediğim müziği değiştireyim diye başımı eğip de birden kaldırınca, yola bir şeyin fırladığını fark ettim, ani bir frenle durdum fakat bir şeye çarpmıştım. Hemen dışarı fırladım, gecenin karanlığında parlayan gözleriyle karşılaştım. Bedeninin ortasından geçmiştim, can çekişiyordu. İçler acısıydı, yalvarır gibi bakıyordu. Elimle alıp yol kenarına çektim, daha fazla bağırmaya başladı ve birden kesildi sesi. Ölmüştü.
Saat 03.02 idi, derinden duyduğum dua sesleri arasında onu toprağa gömdüm. 17 Ağustos’un o saatinde toprağa gömülen pek çok vatandaşımız gibi.

Bir dostum vardı bundan böyle. Odunların içinden çıktı geldi hayatıma ve beni geçmişe sürükleyip yıllar öncesi yaptığım hatayı biri sağdan biri soldan olmak üzere usta bir boksör kroşesi gibi indirdi suratıma.
Bu bana, kaderden tesadüflere, mistik düşüncelerden paranormal kavramlara kadar pek çok şeyi düşündürdü. İşin içinden çıkamadım tabi.
O uyuyor şimdi, çorbanın suyuyla ıslattığım ekmekleri yedirmeye çalıştım. Az da olsa yedi. Çok şükür ki yarası beresi kanaması yok. Sobanın arkasına serdiğim havlunun üzerinde yatıyor, yüzünü minik patilerinin arasına almış ve küçücük kuyruğunu da kıvırmış halde.
Bir kedim var, adı da Seyfo.
Hadi gülümse artık..

22 Temmuz 2016 Cuma

Hadi kaç kendinden, kaçabiliyorsan




Her insan, hayatının bir döneminde kaybolmak,sahip olduklarının üzerine kapıyı kapatıp çekip gitmek fikrine nereden kapılır bilmiyorum.

Arsız bir istek gibi görünse de hayatımızın bir bölümünde bu fikir aklımızı başımızdan alır, kim ne derece uygular orası belli olmaz ama derin bir kuyunun içine atlar gibi ve orada seni bekleyen şeyin yine sen olduğu gerçeğini göz ardı eder gibidir bu düşünce. Belki yalnız kalma isteği, belki de vicdan azapları, belki küçük mutlulukları yakalama arzusu, belki de kendini anlama başarısıdır. Arınma, içini dinleme, farkına varma eylemlerini de yanında taşır.

Neyin peşinde koşacağını, neye özlem duyduğunu hatta ne istediğini bilemez insan, anlatsa anlatamaz, sussa içinde büyür kocaman olur, mantığıyla yüreği çatışır, kan gövdeyi götürür.

Bir şeyi istersin yapamazsın, bir karar alırsın uygulayamazsın, bin bir tilki döner kafanda, ona buna kulak verirsin, biri yanında olur, diğeri karşında, seni etkilemelerine izin verirsin. Bir adım atarsın tökezler düşersin kimseyi suçlayamazsın, kendine kızarsın. Döner dolaşır sana dokunur ucu. Yıllar geçer böylece ve sen aslında hep yerinde sayarsın. Ne çok yaşanmışlık vardır bu şekilde. 
Kendinle kaldığında muhasebesini yapar, hesabı tutturamazsın. İşte o zamanlar ayyuka çıkar çekip gitme isteği. Kaçmak insanoğlunun yaratılışında var. 

Halbuki bunun bir sebebinin olması gerekmiyor ki!
Canım istedi o kadar! 
Hadi yaylanayım şimdi, ayaklarımın beni götürdüğü yere ;) 

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Sütlü ve şekersiz


Şu saat olmuş (15.30 suları) yeni yeni kendine gelmeye başlayanlar kulübü üyeleri olarak kahveyi bulana teşekkürlerimi sunuyorum. Efsane diyor ki; kahveyi ilk keşfeden canlılar keçilermiş.

Habeşistan'da başlayan hikayeye göre bir çoban hayvanlarının bir ağacın meyvesini yedikten sonra garip davranışlarını, uyanık kalışlarını fark ederek durumu Derviş Şazili'ye bildirir. Bu meyvenin suyunu kaynatıp içen Derviş Şazili de aynı canlılığı yaşar ama kahvenin ilk kez sulu bir içecek olarak içilmesi Yemen'de Sufiler tarafından gerçekleşir. İbadet ve zikir sırasında uyanık kalabilmek için. 

Sonrasında Osmanlı, Avrupa ve Uzak Doğu'ya yayılır. Brezilya'ya gidişi ise daha ilginç. Brezilyalı genç bir subay kahve tohumlarından almak için Fransa'ya gelir fakat Fransız yetkililer vermek istemezler. Subaydan etkilenen valinin karısı bir buket gülün içine kahve tohumlarını yerleştirerek subaya verir ve ülkesine götürmesini sağlar. Vay be!

Neyse kahvemizi içip ayıldığımıza göre asıl mevzuya gelebiliriz: Kadınlar.

Zaten insanoğlunun bir de erkek cinsi var, tüm mevzu bu ikisi arasında dönüp durur, diğer her şey bunlar arasında gelişen, çözümlenen ya da hiç çözülmeyecek olaylardan ibaret olur. 

Ne kadar güçlüler aslında. Evini sırtında, hayatı omuzlarında, çocuklarını karnında taşırlar. Bilimden, sanattan, sokaktan, siyasetten, edebiyattan kovalayanlara karşı çıkarlar. Tırnaklarıyla toprağı kazıyarak üretirler, yoktan var eder, her türlü hastalığa şifa olurlar. 
Bunları herkes biliyor, inkar edenler de biliyor. Sırf önüne taş koymak için yapıyorlar.Yapsınlar! 
Bu şekilde daha da güçleniyor kadınlar. 

Anlam veremediğim kadınlar arasındaki garip yarış. Kendini et ve kemikten ibaret olarak görenlerin, farklı düşünen, fikirlerini sunan, duygularını gösteren, söz olan, dans olan, saz olan, ilaç olanlara gösterdiği acımasız tepki. Neyin peşindesin kardeşim? Memelerinle yaptığın girizgahı tek taşınla devam ettirince boyun mu uzuyor? Evinin manzarası, arabanın modeli insanlığa katkıda mı bulunuyor? Nasıl yaşadığın, ne yiyip içtiğin, hangi mekana gittiğinden banane!
Bacaklarının uzunluğunu sergilediğin o arka sayfa gazete parçasıyla cam siliniyor bil istedim!
Göstersene kalbinin derinliğini tek taşını gösterdiğin kadar. 
Hepimiz yorgun, yaşlı, kırışmış suratlarla ölüp gideceğiz, birbirimizi ezmenin kimseye faydası yok. Sen şekilli poponla, banka hesabınla diğerlerinden üstün olamazsın. (Bu coğrafyada olursun o ayrı konu) 

Ressam olsaydı şimdi, 'yine sinirlenmiş bu' derdi.

Allah herkesin gönlüne göre versin. 



18 Haziran 2016 Cumartesi

Hayat, azıcık dursan da yetişsek


Annemi arayamıyorum günlerdir, ah bu rutin vakitsizlik! Gerçi insanlar telefonla konuşmayı bıraktılar sanırım, telefon görüşmeleri pek kıymetli zamanımızdan çalar oldu, mesajlaşmak daha kolay sanki! Çorba karıştırırken, film izlerken, yürürken hatta tuvaletteyken bile tık tık iki cümleyle yazıyorsun meramını. Bazen ona da vakit olmuyor, ses kaydı yapıp gönderiyorsun. 

Çok hızlı koşuyor birileri, almış arkasına milyonları nereye gittiğini bilmeden, durup dinlenmeden, nefes almadan ilerliyor. 
Enerjisi fazla gelenler, adrenalin tutkunları, gezginler, politikler, apolitikler, doyumsuzlar, manikler, dahiler, cahiller vs. birbirlerini ezip geçerek, sert kavgalar vererek başı çekiyorlar. Kaybedecek çok şeyi olmayanlar aralardan ilerliyor, kendi yolunda. Geriden gelenler de var. En sevdiğim!
Yıkılsa dünya, kıyamet kopsa umuruna gelmez. 

İçten içe kıskanırız bu tipleri, formüllerini öğrenir, kendi hayatımıza yerleştirir, çözüme ulaşamayız.

Sen kendini büyük çarpışmaların içinde bulurken, her yere aynı anda yetişmeye çalışırken, iş hayatının külfetli yükünü omuzlarında taşırken, çoluğun çocuğun sorumluluklarını sırtlanırken, derin denizlere dalarken, zor soruları çözerken, öğrenmek istediğin ne varsa kafanın içine tıkarken, sporunu yaparken, kalori hesabı güderken, dostlarının derdine ortak olurken, memleketin içler acısı durumuna için yanarken, hikayeler yazarken, kitaplar okurken ben bu kadar ken i neden yazdığımı anlamazken bu mübarekler kaplumbağa misali yavaş yavaş sanki hiç ölmeyecek gibi yaşıyorlar. 

Halbuki daha hayallerimiz var yahu!
Kim yetişecek o hayallerin hepsine, hayat sen nereye koşuyorsun?
Azıcık dursan da yetişsek be!

9 Haziran 2016 Perşembe

Bir güne kaç acı sığabilir?






Ülkemin gündemi dünyada eşi benzeri olmayan bir bataklığa dönmüş durumda. O kadar acı, o kadar trajik ki artık normal olan şeyler de normal olmamaya başladı. Eskiden günün bombası Tarkan’ın çişi, Hülya Avşar’ın boşanması, Serdar Ortaç’ın kumarda kaybetmesi falan olurdu.

‘Banane ya ben mi kurtarıcam’ memleketi diyenler, susanlar, oraya buraya çamur atanlar, birbirini yiyenler, provokatörler, yalancılar, hırsızlar, adiler, yüzsüzler, troller, hepsi ayrı tellerden çalıyorlar. Gerçekten mücadele edenler yok mu aramızda, elbette var. Ama artık onlar da inanmıyor bu coğrafyada bir şeylerin değişeceğine.

İnanarak mücadele etmiyorlar, eşitlik için çabalayan o insanlar, bu ülkede bir gün sosyal bir sisteme sahip olacağının inancını yitirmiş durumdalar. Terörün biteceği, hükümet politikalarının düzeleceği, kadın cinayetlerinin duracağı, tecavüzcülerin hakettiği cezayı alacağı, akademik alanda gelişileceği, ekonominin düzeleceğine dair umutlarını kaybetmiş durumdalar.

Artık yaşananlar dev bir sahnede oynanan çirkin bir dram oyunundan başka bir şey değil. Herkes mutsuz, herkes sorunlu, herkes kötü. Birbirlerinin açığını çıkarmak uğruna deli divane olan bir güruh.

Bu kadar kötülük içinde nasıl temiz kalacağımızı şaşırdık!
Yanlış bir hayatı doğru yaşayalım derken yorulduk.

Her gün insanların öldüğü, gencecik çocukların şehit olduğu, adaletsizliğin tavan yaptığı, acı çekilen, gözyaşı dökülen bir ülkede vicdan da etkisini yitiriyor. Aynı vidayı defalarca sıkarsın da yalama olur ya işte o hesap!

Bir gün ağla, iki gün ağla, üçüncü gün üzül, dördüncü gün isyan et, yüreğin yansın, için parçalansın, ee değişen bir şey de yok, alış o zaman, zoraki alışırsın, yapacak ne kaldı ki!

Bu kirli düzeni değiştirmek için yapacağın şeyler de elinden alınmışsa, yapacak ne var! Alışıyoruz işte, yoksa bir insan bu kadar acıya dayanamaz. Gerçekten dayanamaz!

Kötülük ve acı bu kadar sıradan olmamalıydı!

Medeniyetlerin, imparatorlukların yıkıldığı bir dünya tarihinde elbette ulus devletler de yıkılır, da biz göremeyiz muhtemelen. Ruhumuz, aklımız hapishaneye tıkılmadan önce yazalım bari, acılarla beslenmeseydi keşke kalemimiz.


Neyse gündeme dönelim, kazık yiyince oruç bozuluyor muydu hocam! 



30 Mayıs 2016 Pazartesi

Her şey detaylarda gizli!




Hepimiz uydurma hikayelerin arkasına sığınmışız. Beyaz yalanlar, pembe yalanlar bir ilişkiyi kurtarmak adına çevrilen dolaplar olmuştur.

Onun hikayesi ne kadar açık diye sormak lazım kendimize!

Mazereti geçerli mi, katakulliye mi getirildik, aldatıldık mı, kandırıldık mı, öğrensen ne olur öğrenmesen ne olur, sonucunu değiştiremeyeceğin bir şeyse eğer canını sıkmaya değer mi?

-Hayatta ne çok soru var değil mi? Bak bunu bile soru cümlesiyle yazıyorum. -

Aptal yerine konmayı, kullanılmayı, kandırılmayı, yönlendirilmeyi kimse istemez. O halde bir yerde gerçeklerin ucundan tutmak gerek. Görmedim, duymadım, bilmiyorum felsefesi kaybedecek şeyleri olanlar için geçerlidir. Senin de varsa eğer yazının bundan sonrasını okuma zaten.

Bir ilişkiyi oluşturan faktörler vardır. Bu arkadaşlık olur, eş olur, dost olur, kardeşlik olur falan filan. Bu faktörler artık yaşadıklarından öğrendiğin şeyler kategorisine giren şeylerdir. İlgi, sadakat, dürüstlük, saygı, fedakarlık, hoşgörü gibi.. Bunların bir arada durabilmesi de gerçeklerin su yüzünde olmasına bağlıdır.

İstisnaları her zaman bir kenara bırakıyoruz. Mesela kendini iyi hissetmeyen birine ‘her şey güzel olacak’ diye teselliler verebiliriz. Ya da çatının üzerine çıkıp da ‘bana eşimi ve çocuklarımı getirin, yoksa atarım kendimi aşağıya’ diyen biri için eşini ve çocuklarını getiriyoruz diyerek zaman kazanılabilir.

Ama haftada üç gece toplantı bahanesiyle geç gelen bir kocanın uyduracağı hikayeler bellidir. Banyoya girerken cep telefonunu yanına alan bir sevgiliden şüphe etmek gerekebilir. Gerçi biz bunlara takılmıyoruz.

Ne yapıyoruz?


Şüphelendiğimiz kişiyi bir köşeye çekip ağzını burnunu dağıtıyoruz! 

-Şaka yahu, ne haliniz varsa görün, banane, sizle mi uğraşıp durucam :) -



23 Mayıs 2016 Pazartesi

Yazmazsa ölecek!



Yaşamak istiyorum, inadına!
Düşünüyor var olamıyorum. Sevişiyor aşık olamıyorum. Doğru olan olayları yanlış insanlarla, doğru olan insanları yanlış zamanlarda yaşıyorum. Sevdiğim, ağladığım ve hatta kanadığım her hatıra gün yüzüne çıkıyor. Çürüyorum. Biliyorum.
Bir gün birileri gelip diyecek ki; “ pardon. “
Güleceğim bende.
Yazamadığımdan değil de, yazmadığımdan yazamıyorum, kimse anlamak istemiyor.
Çünkü yazarsam, şarkılar çalmaya başlayacak kafamda. Sesler çoğalacak, öldüreceğim kahramanlarımı birer birer hikayelerimde.
Harfler gelecek, gözlerim dalacak her gördüğü boşluğa. Bir nefretle  sarılacağım önümdeki sigaraya. Haykıracağım dünyaya adımı, ben de varım, buradayım diye!
Bırakın beni, gideyim. Arabayı alt sokağa parkettim, onu garaja çekeyim. Bu akşam bir kadınla buluşmam gerek, O’nu unutmak için seviştiğim kadınlar listesine ekleyeceğim.
Herkesin ne kadar delirdiğini biliyorum.  Beni bırakın, ben toplarım yarına kalmış sevgilerinizi ve yarım kalmış sözlerinizi. Sarhoş dillerden fırlamış ''Seni asla bırakmayacağım''ları. Gündüzleri yerin dibine girmiş utançlarınızı. 
İşim ne sonuçta?  Neyim ki ben? Kimim? 
Neden buradayım?- 


" Hormonlar Sonuçtur"  adlı öykümden


11 Mayıs 2016 Çarşamba

Bir şey ne kadar azsa, biçilen değer o kadar yüksektir!



Kişisel ilişkilerimizde nasıl değer biçeriz? Her zaman müsait olmayarak mı? Yüzümüz eskimesin yani! Bir bakıma işe yarayabilir ama çok nazın da aşık usandırdığını unutmamak gerekir.
İşte bu noktada arada dengeyi sağlarken çuvallıyoruz. İnce bir çizgi çünkü.

Şimdi yukarıya koca bir başlık attık ya bir şeyin değerinin azlığıyla ters orantılı olduğunu söyleyerek, işte bunu ilişkilerimizle karıştırmamak gerekir. Yani sahip olduğumuz ilişki altın, pırlanta, petrol gibi nesnelere benzetilmemeli. Evet bunların havadan ve sudan daha kıymetli olduğu aşikardır ama bir gün susuz kal bakalım ya da birkaç dakika havasız kal, o zaman tüm varlığını havaya ve suya yatırmayacak mısın?

Bir şeyin değerinin azlığıyla ölçülmediği yerler de vardır. Fiyatı mesela..
Vitrinde gördüğünüz elbisenin fiyatına gücünüz yetmediği zaman gözünüzde değerlidir ama indirimde aynı elbiseyi yarı fiyatına gördüğünüzde aynı öneme sahip olmayabilir.
Bunu algılanan değeri ile açıklayabiliriz.
Bundan çıkacak sonuç kendi değerimizden başkası olmaz herhalde. Kendisine değer vermeyen bir insanın karşısındakinden değer beklemesi de yılın salaklığı ödülüne layık görülecektir.

Mesela iş yerinde bütün gün oturan bir personel, amirleri tarafından nasıl algılanır? Başarılı mı, beş para etmez mi?
Onun bütün gün oturup haybeden maaş alması kendine olan saygısını yitirir mi, yitirmez mi?
Kendi sağlığı ve güzelliği için bakım yapmayan bir kadının sevgili bulduktan sonra kendine bakması ne çeşit bir çelişkidir?
İşe giderken duş alan, parfümler sıkan bir adamın hafta sonu sakilliği plaket alır mı?
Aniden kanser olduğunu öğrenen birinin daha önce kredi kartı ekstrelerine üzülmesi önemini yitirir mi?

O sebepten kendine dönüp bakmalısın, senin parmak izin dünyada bir tane, gözündeki iris başka kimsede yok, bazı şeylerin tadı uzun sürmez, o anda ne tat aldıysan.
Senin canın gerçekten patlıcan değil.. Teksin, özelsin, değerlisin ve azsın!
Aslında dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insandan birisin ama yokluğunda nefes alınmayacak kadar kıymetlisin.

Önce bunu kendine kabul ettir sonra da ilişkilerine yansıt.

Saygılar ;)

3 Mayıs 2016 Salı

Başarı Nedir?



İnsanın kendine yakışanı giymesi olabilir mi? Şaka bir yana şu anda burnunu karıştırıyor olabilirsin, elinde bir kalemle notlar alıyor olabilirsin, uykun gelmiş esniyor olabilirsin, ayaklarını uzatmış oturuyorsundur, otobüsteki kızı keserken daha karizmatik görünmek adına çantandan bir kitap çıkarıp bakıyor olabilirsin, rastgele açtığın sayfada başarmakla ilgili bir paragraf okuyor olabilirsin.

Dikkat ettiyseniz bir kış akşamında şömine karşısında, elindeki şarap kadehiyle koltuğuna kurulmuş, dizlerine kaşmir battaniyesini örten kesimden bahsetmedim. Çünkü onlar bir şeyleri başardıklarına inanıp keyfini çıkarma eğilimde olanlardır.

Boşverelim onları,göreceli bir kavram olan başarıya gelelim. Ayşe diyor ki, yüksek bir maaşla çalıştığın işin varsa başarılısındır. Ahmet ise, en güzel evde oturuyor, son model arabaya biniyorsan başarılısın, diyor. Berrin, akademik başarıdan bahsediyor, çok makalesi yayınlanan, bir sürü sunum yapan hoca başarılıdır a getiriyor sözü. 
Doğrudur, tartışmaya gerek yok. Biz devam ederken onlar birbirini yiyebilirler. Kapatın kapıyı üstlerine..

Siz hiç binlerce on binlerce kişinin yüreğine, hayatına dokunabildiniz mi? Bir nağme, bir cümle, bir melodi, bir mimikle içlerini titretebildiniz mi? Valla ben de yapamadım, çabalıyoruz işte bir bakıma. Duygulara tercüman olabilmek, birin, beşin, onun değil milyonların kalplerine işleyebilmek güzeldir mutlaka. Ama bu herkese nasip olacak diye bir şey söz konusu değil. Bu durumda onlar başarılarının tadını çıkarsınlar, biz ölelim mi?

Sen enerjini, amacına en uygun, en ekonomik, en etkin şekilde kullanabiliyor musun, ona bak. Kendi kendine –ben bunu istiyorum, bunun için gerekli donanıma sahibim, yapabilme gücüm var ve sonunda kendimi değerlendirebilirim- diyorsan ve uyguluyorsan ne ala.

Elbette yanlışların olacak, bunları düzeltmek de başarının bir parçası.
‘Adamlar yapıyor abii..eller aya biz yaya..ne olacak bu memleketin hali’ demekle olmuyor bazı şeyler. Sözüm başını kaşıyacak vakti olmayanlara değil, başımı kaşımaya vaktim var ama başım kaşınmıyor diyenlere!

Bahaneler üretmediğimiz, her şeyi en aza indirgediğimiz sürece kendi içsel başarımızdan bahsedebiliriz. Bunun size yetmemesi için hiçbir sebep yok, aksi takdirde tırmalar durursunuz. Çünkü birçoğunuz doğuştan şanslı değil.
“Kimse başarı merdivenini elleri cebinde tırmanmamıştır” diyor Konfüçyüs.
“Hayatınızı cesurca kabullenin, başarıya ulaştığınızı göreceksiniz” diyor Emerson da..

Başarıyı bir şekilde yakalamış kişiler bunlar, bir bildikleri var diyerek sözlerine kulak vermek lazım.


Ve hepinize hayatta başarılar dileyerek yazıya bir son vermek lazım. Herkes üzerine yakışanı giysin ;) 


22 Nisan 2016 Cuma

23 Nisan'ı Anlamak



Pek de anlayamamışız demek, bu sene iptal edilmesini sessiz sakin kabul ettiğimize göre!

Elimiz elverdiğince, dilimiz döndüğünce anlatalım o halde, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az misali.

23 Nisan 1920 yılında TBMM’nin açılmasıyla Türk milleti o gün padişahın bir nevi kulu olmaktan çıkıp kendinin efendisi olma yolunda ilk adımı atmıştır. Babadan oğula geçen saltanat dönemi kapanmıştır. Tahta verilen değer asıl sahibi olan Türk milletine iade edilmiştir. “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” diyerek kurduğu Cumhuriyet’in halk eğemenliğine dayalı olduğunu belirtmiştir büyük Atatürk ve bu önemli günü çocuklara armağan etmiştir.

Çünkü bugünün çocukları yarının büyükleridir.

İşte bunun için bayramdır, meclis açıldığı için değil. Türk milleti özgürlüğe doğru kanat çırptığı içindir, kurtuluş mücadelesinde çocuklar da  dahil olmak üzere herkesin vatan uğruna cepheye ölmeye gittiği içindir.

Bu bayram iki folklör gösterisinden, şenlik yürüyüşünden, çocukların devlet büyüklerinin yerine geçmesinden ibaret değildir, neşe falan da dolmaz insan. Gururlanır sadece. Duygulanır, pare pare olur yürekler, minnet duyar egemenliği bize bahşeden Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına.

İşte bunu çekemiyorlar, birlik, beraberlik ruhunu. Öyle alıştılar ki bizi bölmeye, ötekileştirmeye, bu tür bayramlarda bir araya gelmemizden korkuyorlar, bir araya gelip de sesimizin çıkmasından çekiniyorlar. Çocuklardan, gençlerden ürküyorlar. 23 Nisan’ın kökeninde barınan derin hüznü bugünlere taşıyan onurdan uzaklaşmamızı istiyorlar.


Çocuklara kıymayın efendiler! Böyle yapmaya devam ettiğiniz sürece bugünün çocukları yarının büyükleri olduğu zaman size öyle bir kıyacaklar ki feleğinizi şaşacaksınız! 



8 Nisan 2016 Cuma

Hani Alışmıyorduk?




Memleket siyasi bir çalkantı içindeyken başka bir şey düşünemiyor, yazamıyor insan. Hikayesiz bir ahaliyiz ama herkesin bık bık edecek lafı var çok şükür!

Siyaset uzmanı değiliz, olayların iç yüzünü takip eden gazeteciler değiliz, ortalık yanıyor ve bizler ellerimizle su taşıyoruz. Durum sadece bundan ibaret!

Eskiden şaşırırdık, yok artık bunu da mı yaptılar, bu da mı oldu, bu kadarını da söyleyemezler diye.. Artık şaşırmıyoruz da! O kadar tanıdık geliyor ki yavaştan sallanıp duruluyoruz. Deprem, ilk vurduğu anda etkili oluyor, sonraki artçı sallantılar alıştırıyor kendine.

İnsanoğlu alışmaya ve unutmaya meyilli, yoksa bu kadar acıya dağlar taşlar dayanmaz. Her gün şehit haberleri geliyor, ‘trafik tıkandı İstanbul’da’ der gibi verilip geçiliyor. Ateş düştüğü yerde yakıp kavuruyor.

Bugün de günü kurtardık, çoluğumuza çocuğumuza tecavüz edilmedi, patlamada ölmedik, ortaya dökülen kimlik bilgilerimizle başımıza bir bela gelmedi, bir gözü dönmüş sevgilinin bıçak darbelerine maruz kalmadık, yolda yürürken başımıza saksı düşmedi, görüşümüzü belirttik diye tutuklanmadık, durakta beklerken otobüs çarpmadı derdindeyiz artık!

Ne acı değil mi?

Yüzsüzlük, utanmazlık, seviyesizlik, arsızlık, ahlaksızlık, yolsuzluk, hırsızlık alıp başını gitmişken biz hala bunlarla yaşamaya çalışıyoruz. Alışmamayı da bir direniş olarak görüyoruz. Yok öyle! Sana dokunmadıysa üç günde alışır insan, bunu uzmanlar söylüyor.

Ama hiçbir şey eskisi gibi değil, umutlarımızı, eğlencemizi, hayallerimizi, kahkalarımızı kaybettiğimiz gibi yavaş yavaş güzel olan her şeyi kaybetmeye başladık. Yüreğimizdeki öfkeye karşılık bastırılmanın utancını hangimiz duyuyor acaba?

Ben mesela yerin dibindeyim şuan, oradan yazıyorum. Utanmazların, AKlayanların, AKlananların adına yüzüm kızarıyor. Bu ülkede güzel şeyler olmaya başlamadıkça da buradan çıkmaya niyetim yok!


Neyse bir çay koyayım ve yazmaktan vazgeçmeyeyim daha. Memleket yanarken ellerimle su taşımak gibi bir misyonu yükleneyim en azından! 


14 Mart 2016 Pazartesi

Ya Sonra?



Yağmur var bugün Ankara’da. Gökyüzü için için ağlıyor, gökyüzü bile üzerine düşeni yerine getiriyor giden canların ardından. Peki sen ne yapıyorsun, ya da ben, biz? Ne yapıyoruz? Bu şerefsizler gülen yüzlerimize, gözlerimize, parlak gençlerimize, umutlarımıza, hayallerimize, şehit kanlarıyla kazanılmış cennet vatanımıza saldırırken sen ne yapıyorsun eyy yetkili, eyy istihbarat!!
Ne yapıyorsun sen o koltukta? Hala neden oturuyorsun? Nasıl oturabiliyorsun? Hiç mi sorumluluk almıyorsun, hiç mi yüreğin sızlamıyor?
Peki ya sen ne yapıyorsun sesini çıkarmayan insan? Vicdanın ne durumda? Görebilmen, duyabilmen, hissedebilmen için o bombanın evinde, yüreğinde mi patlaması lazım? Nedir bu saldırgan, nefret dolu dilin? Örümcek kafan, umursamaz halin, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın düşüncelerin? Eminim sen de iyi birisin, ülkeni seviyorsun, kanla beslenmek istemiyorsun. O halde ne duruyorsun, neden benimle, bizimle el ele tutuşmuyorsun? Neden dünyaya sesini yükseltmiyorsun, ben de varım, ben de buradayım, bir daha benim insanıma, benim toprağıma dokunursan alnını karışlarım diye?
Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak nasıl çıkacak karanlıklar aydınlığa demiş Nazım Hikmet. Terör belası senin ülkende, başkentin en merkezi yerinde, en kalabalık saatlerden birinde, dalga geçercesine, gözünün içine baka baka patlatıyor bombayı, tam da yüreğinden, tam da kalbinin ortasından. Yüzlerce eve ateş düşüyor, ortak dil isyan oluyor. Biz sağ kalanlar ise kahrımızdan bir kez daha ölüyoruz.
Lanet etmekten, kınamaktan başka bir şey yapılmayan, bir müddet sonra unutulan ve bu tür olaylara alıştırılmaya çalışan bir toplumun içinde debelenip duruyoruz.
Daha ne yazalım, ne söyleyelim, ne yapalım da sesimizi duyuralım! İç konuşmalarımın yüzde iki yüzü küfürden ibaret olsa da boğazımdan içeri gönderiyorum, sırf onların dilinden konuşmayayım diye!
Bu huzursuz ortamda halkın can güvenliğini korumaktan aciz bir siyasi idare var karşında. Ama kamu güvenliği altında her türlü baskı ve zulmü yapan da onlar. Demek ki gerçek niyet o değil! Anadoluda rabbena hep bana derler bu duruma.
Tüm bunları görmekten men etme kendini, gerçekleri anlamaya odaklan, bir ol, birlik ol, bu kadar savunma gün yüzü gibi ortada olan haksızlıkları, olayları..
Vatandaşları mutsuz, umutsuz, sürekli öldürülen, öldürülmediği zaman dövülen, konuştuğunda tutuklanan, hakkını aradığında tehdit edilen, işsiz bırakılan, güvende hissetmediği, birbirine güvenmediği, kalabalık bir ülke yarattılar. O pembe gözlükleri çıkar da gör artık!
Bundan sonra iyi olmayacağız, o bombayı ensemizde hissedeceğiz, tedirgin yürüyeceğiz, çoluğumuz çocuğumuz, askerimiz, sevdiklerimiz, kendimiz için endişe edeceğiz. Sen benimle bir olup da bu insanlıktan çıkmış mahlukları yerle yeksan etmedikten sonra yüzümüz hiç gülmeyecek. Bu memleket kurşun gibi ağır artık!
Bu sefer bizi es geçti, bunları yazanı, okuyanı, yayınlayanı, yorum yapanı.. Peki ya sonra?