30 Aralık 2013 Pazartesi

Bana küçük mutluluklar yazar mısın?



Çikolata parçacıkları gibi hayatıma dağılan nesneler var. Benimle aynı anda aynı şeyleri düşünüp gülümsediğim insanlar var.
Kahve var..

Şarkının sesini çok açmadım bugün.. 
Derinden gelen melodi yazmanın tam sırası diye fısıldadı. Elimde kalan şeyler, çok yazıp az söylemenin hafifliğiyle bütünleşti. Özellikle geceleri birdenbire ortaya çıkan hayatı sorgulama, anlamlandırma isteği sardı dört bir tarafı. Gün ışığının tuzak vuruşuyla gözlerim kamaşırken pek de akla gelmeyen bu olgu kapladı odamı..
Geceden kalma halim göz kapaklarıma bir uyku yerleştirip gitti.
Haberlere bakmak istedim.
Kötüydü.
Başka türlü ifade edemedim olanları..
Elliott Smith şarkıları bile daha iç açıcı geldi!

Çeliştim biraz da.. Kolay oldu bu..
Ne kadınlar var dedim, geçmişi, hayatı darmaduman eden, alıştığımız hiçbir şeye benzemeyen..
Tarih bile korkuyor onlardan, karanlığına gömüyor.

Ve şimdi;
ihtiyacım olan şeyi düşündüm: Sarhoşluğun tatlı esintisi aklın bedenin yalpalanmasına sebep olurken takvimin değişmesi akabinde baş ağrısı deyip noktayı koydum.






21 Aralık 2013 Cumartesi

Biraz kızarsa yanakların, eminim yakışacak




Haddini bil!
Öyle büyük metaların hayallerini kurma!
Gün gelir ayağına dolanır..
Haddini bilmek onurlu bir davranıştır..

Koskoca dünyanın içindesin..Seni yok sayan bir dünya..
Zaman da geçiyor, düz değil ki.. dönüp duruyor. Bak kış gündönümü, en uzun gece..
Yarın nolcak? Eksilecek, gündüze kayacak! 
Bunu biliyoruz zaten, napalım peki, oturalım mı? 
Oturmayalım, ritm tutalım! 
Senin katkına ihtiyacı olan bir dünyanın içinde olduğunu unutursan dünya da seni yok sayar tabi! 

Utanmazlık almış başını gidiyor.
Buna da göreceli diyorlar, benim utanacağım bir şeyi sen umursamayabilirmişsin! 
Doğrudur.. Kültürlere, ortamlara göre çeşitlilik gösterebilir..
Bir davranış biçimi olabileceği gibi hobi ya da işlev de olabilir. 
Kimi kiminin utanmazlığından utanabileceği gibi kimi de utanmaktan utanabilir.. 
Kimi düşüncelerinden bile utanırken kimi davranışlarından utanmayabilir..
İnsan kendinden bile utanır bazen..
Sütünü içip de gece yatmadan önce aynanın önünde maskesini çıkarıp koyan insanın, sabah aynanın önünden maskesini alıp takmasıyla dışarı çıkması arasındaki geçen süre utanç doludur. 
Yapmayın bunu.. o maskeyi takacaksanız uykunuzda takın ki rüyalarınız haricinde kimseyi rahatsız etmeyin! 

Saçınızdan, gözünüzden, karnınızın guruldamasından, ağzınızın kokmasından utanmayın!
Elleriniz tutmayabilir, kulaklarınız duymayabilir, utanmayın!
Kafanızın içinde beyin olup da bunu çalıştıramadığınızdan utanın..
Komplekslerinizden utanın..
Eviniz dağınıkmış, komşu gelmiş, utanmayın.. bedeninizi dağıtmayın yeter ki! 

Toplasan bir kaç harften oluşacak olan bu olgunun ağırlığının altında ezilmek de var!
Cesaretsizliğin bulantıya yol açıyor, kusamayacak kadar acınacak haldesin!

Utanmazlığın beni utandırıyor artık!
Birinin çıkıp da utanması gerek.. bunu yapan olmayınca ben utanıyorum, bu ülkeden, bu sistemden, olaylardan, geçmişten, gelecekten! 

Hadi bekleme yapma.. Gece uzun ama bir derin uykuya bakar! 






13 Aralık 2013 Cuma

Bir kış hikayesi -içiniz donacak-






Banyodan kalın mavi bir bornoz giyerek çıkmıştı. Aynanın buharını eliyle sildikten sonra hayranlıkla baktı kendine, bambaşka biri gibi görünüyordu. Sakalını kesmiş, saçını da taramaya başlamıştı.

Soğuktu dışarısı, bu mevsimde hiç olmadığı kadar soğuktu. Sıkı giyinmeliydi. İçine termal atlet ve iç donu giydikten sonra üzerine kazak, altına da kot pantolonunu geçirdi. Beresi, paltosu, eldivenleri de tamdı. Arabası garajdaydı. Yine de kapısını zor açtı. Koltuğa oturunca götü dondu. S.keyim kışını da soğuğunu da diye küfrederken telefonu çaldı. Bakmadı uzun uzun çalan telefona. Yola çıktığında güneş açmış, çatılarda ve yol kenarlarında biriken karların yansımasıyla tüm yaşamı boyunca gördüğü parlamaların toplamından daha fazla ışık gözünün önünde havai fişek gibi cümbüşe dönmüştü. Bir küfür daha ederek beynindeki nöronlarla birlikte şekil değiştirdi. Birden insan iradesinin bir girdabın içinde sürüklenip önemsiz olabileceğini düşündü.

Yolun ilerisi anlamsız bir şekilde tıkalıydı. Biraz daha ilerledikçe kavşakta kaza olduğundan dolayı yolun kapandığını öğrendi. Bir kadın şoför öndeki arabaya geçirmiş ve aman vermeyen trafik, ekiplerin gelmesini geciktirmişti. Senin şoförlüğünün de  a.. koyayım, sana ehliyeti vereni de s.keyim  diyerek arabayı sağa çekti. Biraz yürüdükten sonra bir kafeye girip oturdu. Kahve söyledi. Yol üstüydü oturduğu kafe, oldukça kalabalık ve gürültülüydü. Dışarıda kar yağışı başlamıştı. Eşek olsa donardı o derece yani!
Dört kişilik bir masada tek başına oturuyordu. Birbirlerine sarılarak kapıdan içeri giren ve neredeyse sümükleri donmuş olan iki genç yanına geldi.
‘Abi müsaitse oturabilir miyiz’ dediler. Eliyle oturun işareti yaparak hiç konuşmadan kahvesinden bir yudum aldı. Gençler üzerindekileri çıkarmaya başladılar. Eldiven ve şapkalarını silkeleyerek masanın üzerine koydular. Buz gibi üzerine ve kahvesine sıçrayan kar taneleri içini soğuttu, sert bir bakış atınca gençlere, onlar da ‘pardon abi’ dediler.
Garsonu çağırıp iki salep söyledi gençler. Oğlan kızın ellerini alarak elleriyle ovuşturuyor arada ağzına götürüp hoohh diye ısıtmaya çalışıyordu. Kız da ‘ offf ne soğuk yeeeaaa’ diye mızırdayıp duruyordu.
Embesilliklerine daha fazla dayanamayarak hesabı ödedi ve kalktı. Yol açılmıştı, arabaya doğru yöneldi. Kapıyı yine zor açtı, yine götü dondu, yine küfür etti.
Zar zor çalıştırdıktan sonra iki saatlik gecikmeyle iş yerine varabildi, tüm gün çalıştı, mesai bitince eve bir an önce gidebilmeyi kendine dert edindi.

Kar yağmaya devam ediyordu, ana arterler açık görünse de ara sokaklarda durum pek iç açıcı değildi. Gıdım gıdım ilerleyen trafik ve radyoda hava durumu haberlerinin felaket haberi gibi verilmesine iyice canını sıkmış, s.ktiğimin hayatını ben kontrol edemiyorsam ne demeye yaşıyorum diye söylemeye başlamıştı.
Bu arada öndeki arabanın kayması, akabinde direksiyonu çevirmesi ve arkadan gelen arabanın buna vurmasıyla oluşan zincirleme küfür kazası hasarsız atlatılmış, az biraz beyinde çöküntüye yol açmıştı.

Mahalleye yaklaştığında yokuşu çıkamadı. İki denemeden sonra arabayı kaydırarak geri döndü. İlerde güvenli bir yere park ederek yürümeye koyuldu. Buz gibiydi, rüzgarla karışan kar suratında şok etkisi yaratıyordu, yokuşu tırmanırken ayağı kaydı, düştü. Zor toparlandı. Eli ayağı kar içinde kalmış, titremekten Azer Bülbül’e dönmüştü.
Dıdılayarak apartmanın kapısını açtı, içeri girdi. 2 kat merdivenleri çıktıktan sonra evine de ulaştı, üzerini çıkarıp banyoya daldı. Banyodan çıktığında kalın mavi bornozu vardı üzerinde.

Bir sigara yakıp pencerenin kenarına geldi ve bugün de anasını sattığımın gününü bitirdim diyerek şükretti. 

7 Aralık 2013 Cumartesi

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin





“Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin ? 

İşin kolayına kaçmadan ama 
Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil 
Ne de ak örtüde elmaların 
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini 
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin”


Nazım Hikmet bu dizeleri eşine yazdığı 'Saman Sarısı' adlı şiirinde Abidin Dino'ya ithaf etmiştir. 
Abidin Dino resmi yapamadı.Belki sevinci belki hüznü, korkuyu, çirkinliği, sefaleti, mutsuzluğu çizdi ama mutluluğu Güzin Dino ile yaşadı.
Bir şiirle karşılık verdi Nazım Hikmet'e; 


Mutluluğun Resmi 

Kokusu buram buram tüten
Limanda simit satan çocuklar 
Martıların telaşı bambaşka
İşçiler gözler yolunu. 
İnebilseydin o vapurdan 
Ayağında Varna’nın tozu 
Yüreğinde ince bir sızı. 
Mavi gözlerinde yanıp tutuşan 
hasretle kucaklayabilseydim 
seninle, bir daha. 
Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
Bağrımıza bassaydık seni Nazım, 
Yapardım mutluluğun resmini 
Başında delikanlı şapkan, 
kolların sıvalı, kavgaya hazır 
Bahriyeli adımlarla düşüp yola 
Gidebilseydik Meserret Kahvesine, 
İlk karşılaştığımız yere 
Ve bir acı kahvemi içseydin. 
Anlatsaydık
o günlerden, geçmişten, gelecekten, 
Ne günler biterdi, 
Ne geceler...
Dinerdi tüm acılar seninle 
Bir düş olurdu ayrılığımız, anılarda kalan. 
Ve dolaşsaydık Türkiye’yi 
bir baştan bir başa. 
Yattığımız yerler müze olmuş, 
Sürgün şehirler cennet. 

İşte o zaman Nazım, 
Yapardım mutluluğun resmini 
Buna da ne tuval yeterdi; 
ne boya... 

İşte böyle güzel insanlardı bunlar.. 



28 Kasım 2013 Perşembe

Gidemiyoruz bir türlü daha iyi bir yere





İnsanın bazen özel hissetmeye ihtiyacı oluyor, kendini sevmeye devam edebilmesi için..
Bir hayali gerçekleştirebiliyor olmaktan geçiyor kendini önemsemek..İnancın artması, bakışın değişmesi, arınmanın hafifliği, maskelerin inmesi gerekiyor. Yolculuk içe doğru olunca farklı bakmaya başlıyorsun. Geliyor yazarın biri fısıldıyor kulağına.. evet bunu başaran yazarlar var. Geliyor yönetmenin biri ekrandan çekiyor seni filmin içine, evet bunu başaran yönetmenler de var. Rol biçiyor sana filminde. 
Aşı gibiler, hastalıktan koruyorlar, iyi ki var olmuşlar. 

Ve şehirler var sana iyi gelen.. Sırrını saklayan..Doğru yerde olduğun ihtimalini kafana sokan.. O yüzden başka hiçbir şeye benzemiyor.

Bazen seni anlayan bir şahsa da ihtiyacın var hatta bazenden öte..Sıklıkla..

Bir kadın niye habire bunlardan bahseder ki?
Fantezilerini yazsa mesela ne güzel olur değil mi?
Bize ne denir; kadının hezeyanlarından, okuduğu kitaplardan, izlediği filmlerden, nasihatlerinden..
Seks var mı seks ona bak, denir.
Var tabi o da var, doğal seleksiyon, neden olmasın ki..
Okumayın, yaşayın onu der, kadın. Çok bilmiştir ya! 

Ama en çok da sevmeye ihtiyacımız var. Bir çocuk keşfederek, bir karamsar daha az nefret ederek, bir narsist kendini seçerek, bir paranoyak şüphelenerek, bir kadın kıskanarak, bir erkek sahiplenerek, bir azınlık hoş görerek, bir esnaf dükkanını açarak, bir korkak bekleyerek, bir manyak saldırarak sevebilir. 
Sever sonuçta, sevmek iyi gelir insanlara..
İyileştirir..
Hayat çok basit aslında;
Sevdaya düşün, rüya gibi.. Bilmeden ya da bilerek..
Ya da s.ktir edin herşeyi! 









26 Kasım 2013 Salı

Hoşa gidecek bir durum yok bu vaziyette






İnsan ne çabuk unutuyor, ne çabuk alışıyor farklı bir duruma..

Bir parça derinlik istemez mi, kelebekler mesela bu kadar hassas olmak zorunda mı, dalgasız denizde yüzmek iyi gelmez mi dalgalarla boğuşmak yerine, teninden kayıp giden boşluk hissine karşı ne yapılır, neden doğrularımız yanlışlarımızı götürmüyor?
Şarap tadındaki insanları marketten alamaz mıyız, evimizin bir köşesinde barındırıp, ihtiyacımız olduğunda yudumlayamaz mıyız, kitapçılar her sokak arasında açılamaz mı, overlokçu yerine kitapçı geçemez mi mahalleden..
Yaptıklarımızdan daha fazlasını yapma gücümüz olamaz mı , şu başarısızlık duygusu boğazında düğümlenip kalan yerden çıkamaz mı..
Sevmek istediğinde bağlanmaktan, bağlandığında da kendinden korkmak gibi saçma bir düşüncenin önüne geçilemez mi..
Yaşamın nedeni, müziğin temeli, devrimin kaynağı olan sevgi her daim bizi sarıp sarmalayamaz mı..

Uyumasak ve yorulmasak mesela, kendimize bile haksızlık etmesek.. her karış toprağını gezsek dünyanın, her anının tadını çıkarsak, masum çocukların içten gülümsemeleriyle mutlu olsak, olmaz mı?

İddiaya girsek, bir anlaşma yapsak??
Cık mı?

Ne yapalım, unuturuz, alışırız biz de!! 

25 Kasım 2013 Pazartesi

Anlamak gideni ve gelmekte olanı




Zamanın içinde bir an..

İşte o anda bir sincap ağaca çıkar, bir kadın ocaktaki yemeğin altını yakar ve koku tüm apartmana yayılır, bir şarapçı köprü altında sızıp kalır, bir çocuk oyuncağını kaybeder, hava durumu sunucusu fırtınadan bahseder, şüpheli bomba paniği güvenlik görevlilerini korkutur, bir kedi farenin peşinden koşar, aslan ceylanın, kurbağa sineğin.. Bir fabrika zehirli atıklarını denize boşaltır, yeni bir market açılır, kimi yürür, kimi ıslanır, kimi orgazm olur, kimi kadeh kaldırır dostluğa, kimi karnı aç uyur..

Ama bunların hepsi hikaye..

Anlamak gerek, çünkü anladığında acı çekmiyorsun. Aslında istiyorsun acılarla yaşamayı sanki kolayına geliyor acı çekmek, anlamaktan ziyade.. Bu sebepten kasıyorsun, anlaşılmamak, anlamamak için çaba harcıyorsun. Oyunun sonu geldiğinde ise erimeye mahkum kalıyorsun.
Tasvip edilmeyen bir durum.. 

Ya da her şeyi çözmeye planlı yaşıyorsun, karşılaştığın kişi, olgu ya da herhangi bir şeyi algıladığın sürece iletişimini devam ettirebiliyorsun. Sonra suistimal edilebildiğini de görebiliyorsun. Ayırt edebiliyorsun iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı.
Bu şekilde de yaşanmaz..Sıkıcı yani..Aksiyon olmalı hayatında, birbirine karışan durumlar olmalı ki bunu açabilmek için geçirdiğin zaman seni yormalı..
Yorulmalısın evet, aynısını sen de bir kez düşünebildiysen eğer ancak anlayabilirsin.
Nesnelerin bir şeyler yansıtabiliyor olmasını düşünmelisin, bunu sözlerle ifade edebilmeli ne düşündüğünü açıklıyor olabilmelisin. 
Işığın karanlık olmadan hiçliğini, varlığının değerinin başkaları olmadan bilinmediğini kavrayabilmelisin. 
Önce kendinin farkına varmalısın ki kendini anlatabilesin..
Anladın mı? 







 

18 Kasım 2013 Pazartesi

Şifa mı istiyoruz, haydi gerçeğe ulaşalım..




Gerçeklik bizi iyileştirebilir aslında, kurtarmaz belki ama cesaretlendirir.Cesaret de insana iyi gelir.
Şu anda yaşadığın şey, gerçekten öte nedir? 
Kim bilebilir senin ne hissettiğini senden başka? Bunu farklı şekilde sunmak niye?
Bildiğin, öngördüğün şeyleri olmayacakmış gibi kabul etmek niye?
Yarın daha mı az cinayet işlenecek, bütün çocuklar tok mu uyuyacak, kadına şiddet ve tecavüz olmayacak mı, trafik kazası, işçi ölümleri yaşanmayacak mı, istismarlar, aldatmalar gerçekleşmeyecek mi?
Neden olmasın ki.. Olmasın temennimiz ama insanoğlu robot değil ki..

Bu kadar acı gerçek varken etrafta güzellikleri ve iyilikleri  isteyecek kadar da umutluyuz.
Biz bunları isterken kötü olaylar olmaya devam edecek, işte bu hakikat!
Belki de ne olduğu bilinmeyen şeylere dair yanılsama.. Henüz deneyimleyemediğin ancak kendi başına geldiği sürece algılayabileceğin olgu.. Akıl yürütmekle bir yere kadar gidebileceğin, hayallerinle hatıraların arasında kalan ve genelde içimizde bir yerlerde sakladığımız şey..
Bulunduğun durum hakikat.. sen biliyorsun.. Ön yargılarını aşamayacak kadar gizlenmiş..

Şimdi bir yolculuğa çıkalım;
Kendi içimizde bir yere..
Kendimize bu işkenceyi reva görelim, bir seferlik bile olsa..Nasılsa acıya, şiddete alışkınız, bu gerçeği değiştirecek gücümüz, cesaretimiz olmadığına göre gidelim.

Gidelim de görelim ne kadar fazla duygularımızın esiri olduğumuzu..
Duygularımızı tanıyamadığımızı, nasıl ne zaman ortaya çıkacağını bilmediğimizi, karanlığa esir ettiğimiz özlemlerimizin yürek çarpıntısı olarak geri geldiğini, haz ve tutkularımızın baş ağrısına sebep olduğunu görelim.
Bir başkası için kendimizden vazgeçtiğimizi, öfkelerimizi kontrol edemediğimizi, kendimizden güçsüz insanları ezdiğimizi, çok bildikçe kibirlendiğimizi, iktidar bizi sarıp sarmalarken ne kadar değiştiğimizi görmekten aciz olduğumuzu anlayayalım ve bunları kabullenecek kadar sahici olmadığımızı görelim. 
Kendimiz olduğumuz anları unuttuğumuzu, kendimizi bir bok sandığımız anları ise sürekli hatırladığımızı yerleştirelim beynimize..
Acı değil mi?
Ama hakikat!



8 Kasım 2013 Cuma

Serseri Aşıklar



Hiç kolay değildi… Senin için herhangi biri olmak.





Michel: Ne var?
Patricia: Bana bakmaktan vazgeçinceye kadar sana bakacağım.
Pichel: Ben de.







Muhbirler ihbar eder, hırsızlar çalar, katiller öldürür, aşıklar sevişir.





Uyumak üzücüdür, insanları birbirinden ayırır. Beraber uyusanız bile uyurken tamamen yalnızsınızdır.





Patricia: Mutsuz olduğum için mi özgür değilim, yoksa özgür olmadığım için mi mutsuzum?
Michel: Mutsuzluk ile hiçlik arasında bir tercih yapacak olsam, hiçliği tercih ederim. Daha iyi değil, ama mutsuzluk taviz vermektir bir çeşit.





Patricia: Michel..
Michel: Ne?
P: Bana güzel bir şey söyle.
M: Ne?
P: Bilmiyorum.
M: O zaman ben de bilmiyorum.





31 Ekim 2013 Perşembe

Kimse size değiş demesin.. Gidin kendiniz değişin




Değişiyoruz vesselam..

Kimyamız bozuluyor fiziğimize müdahale ettikçe..
Bir kadeh rakı mesela başını döndürüyor, ikincisi çeneni düşürüyor, üçüncüsü anlamsız bir kahkaha yerleştiriyor suratına, dördüncüsü  sersemletiyor, beşincisi kusturuyor.. dibini göreyim dersen canavarlaştığını da görüyorsun..İçindeki depremi ortaya çıkardığını.. Dağları ben yarattım, var mı yan bakan havalarına giriyorsun. 

Mizacımız bozuluyor etraftaki karaktersizleri gördükçe..
Herkesin ruhunda aynı ihtilal, aynı ihtiyaç, bu yüzden sohbet avına gidiyor pek çoğu..

Ve içindeki aşk adamı-kadınını çıkarıyor ılık bahar akşamları, sevgiliyi akla getiriyor, romantik anları, güzel filmleri, hazin sonları..
Herkes aşık, herkes şair..Fırtınalı rüzgarlar esiyor yüreğinin kıyılarından bedenine doğru yayılan..

İçindeki nefreti kusuyor kavgalar, bir şey bahane oluyor ve sen kendini tanıyamaz hale geliyorsun.

Bir haykırış uyandırıyor yaşadığın ülke, umutsuzluk ateşi yakıyor, omuzların çöküyor, o kadar çok yükün var ki..
Sonra içindeki Atatürk sevgisi nüksediyor, evvel zaman içindeki zorluklar aklına geliyor, her ne olursa olsun vazgeçmeyişler, kurtuluşlar.. 

Sen de düze çıkacaksın diye sesleniyor hayaller, bir ümit kaplıyor her bir tarafını, çok bilmişleşiyorsun, kahramanlığını ilan ediyorsun.

Değişiyoruz evet..

Bach dinlerken bile..








26 Ekim 2013 Cumartesi

Masallarla büyüdük-part two-




Kuzey'in kulaklarını çınlatan ses..

Artık duramazmış yerinde, hızla sesin geldiği yöne doğru koşmaya başlamış. O koştukça ses uzaklaşıp, derinleşmiş. Kafasında deli sorularla koşmaya devam etmiş. Ve aynı yere gelmiş, yani kuzulara masal anlattığı yere.. 
Kulağında yankılanan ses yine yükselmiş. Tekrar koşmaya başlamış. Dünya çılgınca dönüyor gibiymiş, koştukça dönüyormuş. Sanki birisi onunla dalga geçiyormuş. Koştukça sesi duyamıyor, durunca ses yükselip kulaklarını deliyormuş. 
Bütün gece dolanıp durmuş, sonunda kendini yatağında bulmuş. 
Yoksa rüya mıymış?

Bu arada küçük kız ormanın derinliklerinde bir ağaç kovuğunun içinde uyuyakalmış. Uyandığında ağaçların yaprakları arasından sızan güneş ışığı gözünü kamaştırmış. Yanına yaklaşan bir örümcek görmüş, çığlık atarak uzaklaşmış oradan.

Bu çığlığı duyan Kuzey, hemen yatağından kalkıp ormana doğru koşmaya başlamış ama yine aynı şeyler oluyormuş. Etrafında dönüp duruyor, aynı yere geliyormuş. 

Kuzey debeleniyor, Naz çok korkuyormuş.. İkisi de ne yapacağını bilmiyormuş. 
Biri ormanda tek başına, diğeri ona yardım etmek uğruna deli divane..Ve birbirlerinden habersiz..

Hiç gidilmeyecek bir yerin, hiç yaşanmayacak bir diyarın bahçelerinde açan çiçekler gibi uzak, hiç birikmeyecek anılar kadar, hiç düşmeyecek gözyaşı, atılmayacak kahkaha, tadılmayacak mutluluklar gibiymiş onların çırpınışı..

Ve ben bir masal uydurdum  kaçıp saklanmaları için..Benim masalımın çocuk kahramanları..
Masal olan gerçek olamaz çünkü..
Ama gerçekler masal gibi olabilir..
Kim bilir, belki..



23 Ekim 2013 Çarşamba

Masallarla büyüdük

Kocaman yazmışız oraya Masal Evi diye, bloğa bu adı vermişiz..
Ee hani nerede masallar? Bir varmışla başlayıp yokluğa giden.. 
Eksik kalmışız, tamamlamak gereğiyle çıkmışız yolculuğa.. Maceraya sizi de davet etmişiz..
-Sabah kahvaltısı ve akşam yemeği tura dahil olup içecekler ekstradır.-



Zamanın birinde doğan bir erkek çocuğu ile ondan birkaç ay sonra doğan kız çocuğunun macerasıymış bu.. Yani annenizin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, develer tellal iken dönemlerine denk geliyor. 

Oğlanın gözleri üzüm, yanakları elma, dudakları kirazmış.. Adı Kuzey, haşin esen bir rüzgarmış..
Kızın saçları ipek, teni pamukmuş.. Adı Naz, çıtkırıldım, narin mi narinmiş..
Oğlan uzaya, bilime, kitaplara meraklı, kız prenseslere, geçmiş zamanlara, masallara meraklıymış. 
Etrafı beyaz çitlerle çevrili büyük bir çiftlikte yaşarmış Kuzey, içinde kuzular, atlar, inekler, ördek ve tavukların olduğu..
Naz ise kahverengi pervazlı penceresinden dışarı bakar dururmuş, ormanın sonundaki yıkık dökük evlerinden.. Kimse geçmezmiş gerçi.. Bir kaç sincap, ayı ve geyik dışında..
Annesi dışarı çıkmasına izin vermiyormuş, sadece evin ufacık bahçesinde top oynuyormuş.

Bir gün yine oynarken topu dışarıya kaçmış, arkasından koşmuş Naz, top durmuyor yuvarlanıp uzaklaşıyormuş, tabi küçük kız da..
Bir anda kendini ormanın içinde bulmuş, etrafında tanıdık hiçbir şey yokmuş, koca koca ağaçlar üzerine geliyor, uğultulardan korkuyormuş. 
Topu yakalamış yakalamasına da evin yolunu bulamamış, ormanın derinliklerine doğru ilerliyormuş. Hava kararmış ve küçük kız kaybolmuş.

Bu arada Kuzey tavuklara yem veriyor akabinde ata biniyor, attan inip kuzulara masal anlatıyormuş. 
Kuzey bu, bir deli oğlan.. Babası da öyleydi!

Gaipten sesler duyuyormuş, bir kız sesi, yardım isteyen ve sesi ruhuna işleyen. Anlam veremiyor anlatmaya devam ediyormuş. Kuzular masalın etkisiyle birer birer uyumaya başlamış ve ses daha belirgin olmuş..

Nereden geliyormuş bu ses??

To be continued:)


Seyahat etmek insanın ufkunu açar






 The Road to Hell


Çok gezen mi, çok okuyan mı..? 
Mesela hayvanlar pratikten öğrenirken biz insanoğlunun yani düşünen hayvanların teoriye ihtiyaçları vardır. 
Ama yetmez..
Ne yapmak lazım?
Gezmek..
Bir başka yerde bulunup değişik insanlarla tanışmak, dilini, dinini bilmediğin esprisini anlamadığın ülkelerde yemek yemek, başka marketlerden alışveriş yapmak, başka barlarda içki içip eğlenmek ve aslında tüm bunların çok da matah olmadığını anlamak.. İşte size ufuk açılması..

Yolculuklar insanı cesaretlendirir.. Özgürlük gibi bir şey..
Bir rahatlık gelir üzerinize, artık dünyanın neresine gitseniz yaşamını idame ettirebilecek güce sahipsinizdir, öyle boş vermişlik hissi gibi işte..
Vurdumduymaz, umursamaz, bi cool haller, dışarıda hayat vardır ve devam edecektir, sen bu hayatın içindesindir, nereye gitsen değişmeyecektir, yolcudur abbas bağlasan durmaz, sen hancı ben yolcu hesabı devinir durur.
Okuduğun kitaptaki tanımlamalara benzemez, kendi gördüklerin hayal gücünden farklıdır. Görmen gerekeni değil istediğini görürsün, solursun, yaşarsın..
Ama kalamazsın..
İçin kalır sen gidersin..
Çünkü kalırsan yaşadığın yerden farksız olur.
Bir başka şehre, diyara, ülkeye doğru kucak açarsın..
Şarkıda da söylediği gibi, doğru yoldan sapmadan cehenneme giden yolda..


21 Ekim 2013 Pazartesi

Fotoğrafta klişeler


(en klişesi:))

1. Yağmurlu havalarda su taneciklerine odaklanan pozlar
2. Ara sokaklardan Galata kulesini görünümü
3. Güneşi avucunun içine almış gibi çekilen fotoğraflar.. hatta elini kalp şeklinde yaparak artistik olmaya çalışılır..
4. Vapurların arkasında uçan martı görüntüleri
5. Kuruyup dökülmüş bir yaprağın yerde veya bir bankın üzerindeki görüntüsü
6. Salya sümüklü, soğuktan üşümüş, ayakları çıplak sokak çocuğu fotoğrafları
7. Yaşlı kadın eli, suratı kırışmış dedeler, nineler..
8. Kumsala yanaşmış eski bir sandal görüntüsü
9. Renkli pencere kenarları, eski kapı ve kilitler..
10. Gül yaprağı makrosu
11. Sinek, arı, böcek makroları
12. İstiklal caddesindeki tramvayın kırmızı kalıp etrafının siyah beyaz olması
13. Kitap ortasına yüzük koyup kalp şekli verilmesi
14. Denize karşı çekilen çay bardağı ve simit fotoğrafı
15. Sigara içen kızın elinde sigara ve üzerinde duman..
16. İçki şişeleri, özellikle bitmiş şarap şişesi..
17. Plajda çekilen ayak görüntüleri
18. Kedi, şelale fotoğrafları
19. Deniz kenarında bir masa, üzerinde rakı bardağı ve sigara paketi..
20. Turuncu gün batımı fotoğrafları







9 Ekim 2013 Çarşamba

Yazılar dolanır durur




Öyle çok hikaye var ki inanmamızı bekleyen, okuyup geçtiğimiz, dinleyip ah vah dediğimiz ve bazen de saçma bulup inanmadığımız.. Herkesin hikayesi kendine özel.. 
Mesela yaşadıklarımızı yazmaya değer buluruz ya da yazdıklarımızı yaşamak isteriz.

Satırlara hapsettiğimiz hayatımız gün gelir karşımıza çıkar, her hatıra sıkışıp kalmıştır sayfalar arasında, açarsın dökülüverir sağa sola..
Geçmekte olan bir an yakalanıp tutulur hatta süslenir kelimelerle, kendini avutursun yetmez terapi edersin böylelikle..
Öyle bir diyarda hissedersin ki nehirleri berrak, çocukları tok, ovaları geniş, ormanları yeşil, yağmurları ılık..
Ve öyle hissedersin ki hominigırtlak, tumbayatak, şen şakrak, oh ne rahat.. Sen tamamsın artık, seni tamam yapansın. 

Dünyanın en berbat zamanında olsan, yaz bitse, haberlerin çoğu acıklı olsa, başın ağrıyor, miden bulanıyor, şehrin belli yerlerine ayaz çöküyor ve sen yazdıkça hiç bir şey azalmıyor da olsa yazacaksın. Bu senin hikayen, nevi şahsına münhasır..

Çünkü sen bir bakışta, bir gülüşte, bir iç çekişte bin yazar olarak doğuyorsun.. Her seferinde yeniden..
Çünkü sen kimsenin görmediği şeyleri sunuyorsun..
Çünkü sen aklını, gözünü, yüreğini hizaya getirip biriktirdiklerini bir okyanusun içine bırakıyorsun..
Çünkü sen sözcüklerin efendisisin..
Sen neymişsin be abi!

Alıcı kuşlar gibi başımın üstünde dönüp durmayın ego taneleri, hadi gidin artık..Bu yazı da burada bitsin..

2 Ekim 2013 Çarşamba

Demokratikleştiremediklerimizdenmisiniz


En iyisi bu paket:)



Günaydın sevgili okur, bir süredir yurdu etkisi altına alan yağmurlu havadan bahsetmeyeceğiz elbette, etrafta bu kadar husumet dönerken..

Hakkını alamayan pek çok insan eksik ve kırgın, daha iyi bir dünya ümit ederek sokaklara dökülüyor.

Tuncel Kurtiz'i kaybettik, ne tuhaf Ezel adlı diziyle anılması.. Halbuki Ferhan Şensoy'la 'Çok Tuhaf Soruşturma' adlı bir oyunu var ki görülmeye değer, daha sonraları 'Pardon' adlı sinema filmine de dönüştü. Tok sesi karizmatik duruşu ve sanatıyla bir döneme imza atsa da öldükten sonra kadir kıymet bilinmesi tam da bize yakışır bir hareket!
Ardından Turgut Özakman vefat etti. Mustafa Kemal'in askeri ve asla terhis olmayacak, öldükten sonra bile..
İnsanoğlu böyle işte, üzülür, ağlar, yıkılır, devrilir ama toparlar yeniden ayağa kalkar. Alışır, unutur, hayat devam eder.

Bir de şüpheli paketimiz vardı geçen hafta. Artık demokratiğiz ya özgürce yazalım dedik bizde..daha uzun yıllar beraber yürürüz biz bu yollarda!! Yağan yağmurda, çakan şimşekte..
Sorgulamayız, kabulleniriz.
Gündem bir anda değişir, onu konuşmaya başlarız, hepimiz kabadayıyız ama klavyede..

Demokratikleşmeye dair her adımı elbette destekleriz, en çok da buna ihtiyacımız varken ama daha başında demokrasinin yanından bile geçmeyen üslupla ve süslü bir makyajla hazırlanan, kimse kusura bakmasın edasıyla açılan paketten çok şey beklenmeyeceğini anlamamız gerekirdi. 
Öyle de oldu..
Neyse.. paket hazırlamayı bizden öğrenecek değiller zaten!

Bu hafta yağmurlu geçecek, kış geliyor, siz hala demokratik paketi mi konuşuyorsunuz allasen..

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Artık sıra bana da gelse!




Kendimi çikolatalı pastaya düşen sinek zannederken hiç etmişim, iç etmişim, içlenip dertlenmişim, içimi dışıma çıkarmışım, söz derken saz olmuşum, suskunken haykırmışım da bu kadar yükü omuzlarımda ne demeye taşımışım şaşmışım valla!
İdare etmişim böyle, iyi gibi, kötü gibi, saçma salak mutlu gibi, morali bozuk gibi, canım sıkılıyormuş gibi, bir anda içim kıpır kıpır oluyormuş gibi, hiç bir fikrim yok gibi, var gibi, gök gibi, yer gibi, su gibi, toprak gibi, aptal gibi işte!
Oluruna bırakmışım sonra, kıskanmışım, sevmişim, özlemişim, merak etmişim ama umursamaz gibi yapmışım, hiç bir şey olmamış gibi ama her şey varmış gibi, ilgilenmemişim, üzerine düşmüşüm deli gibi, ne yaptığımı bilmemişim!
Hayal etmişim firar eder gibi, uçmuşum, bağırmışım, kalemsiz gün, içkisiz yaz geçirmişim, uykusuz gece, kahvesiz sabahlar yaşamışım, ağlamayı yakıştırmamış, gülmeye çekinmişim, karışmışım, kaybolmuşum, direnmişim!
Düşmüşüm ortasına yaşamın, debelenip yorulmuşum, defalarca kalkıp defalarca yıkılmışım, en sevdiğim şarkının sonuna geldiğinde açmışım radyoyu, kayıp gitmiş elimden sabun kalıbı, denizde balık bulamamışım, kebapçıda kedi, sokakta simit satan çocuklar..
Bulamamışım rakı sofrasında kahkaha, güzel bir anın kollarında dolanmamışım, saçlarım rüzgarda savrulmamış, ayaklarım değmemiş kumlara, kalbim eskisi gibi çarpmamış!
Ee ne demeye yaşıyormuşum!

13 Ağustos 2013 Salı

Schopenhauer'la Randevu

Schopenhauer
( Karizması saçlarında)


Hep aranılan ve nadiren rastlanan mutluluğu evime getirebilmek adına yapmadığım şey kalmadığında aslında bir de bakıyordum ki yanı başımda beliriveren ve usulca fısıldayan zaman 'kendi kendine yetiyorsun ya bundan daha öte mutluluk mu olur' diyerek yüzüme bir gülümseme ifadesi yerleştirip gidiyordu. 

Zamanın içinde kayboluyordum. Basit yaşama arzusuyla bir deha gibi hissedip başarma arzusu arasında gidip gelirken ben, kaçırdığım onca enstantanede pişmanlığımı buluyordum.
 Kendimi kendime emanet ederek denklemi çözmeye çalışsam da farklı formüller bulma yoluna gidiyordum. Çünkü insan yalnızca kendine bağımlıysa ve kendiyle ilgili her şeye sahip ise paranoyanın temellerini atıyordu kendi bünyesinde.. 
Karmaşık mı oldu?
Size yemin ederim zeytinyağını yağdanlığa boşaltmaktan daha kolay:) 

Okyanusta gemisi batıp da ıssız bir adaya çıkan denizcinin sıkıntılarından öteye geçmeyecektir sizin de mutluluk yolundaki arayışlarınız.. Ta ki bulana kadar.. Ta ki hissedene kadar..


İşte o burada..yorgun geçen bir günün akşamında kesif kokusuyla, beyninden fışkıran cümleleriyle, fısıldarken  nefesiyle ruhuma kadar yerleşmesiyle ve tüm odayı dehasıyla doldurarak işini bilen bir müzisyenin çıkardığı melodiler gibi her yerde..


Ölümcül üslubuyla, ayartıcı yaklaşımıyla, felsefenin en cazibeli haliyle her daim başucumda..


Yazılar ölmez.. Yazarlara gelince.. Mutlu olsunlar be! 




31 Temmuz 2013 Çarşamba

Zaman Makinesi




Ana ocağındayım tam bir buçuk aydır, tatil niyetine, hasret ve uzaklaşmak niyetine..zira evden ayrı bir hayat kuralı nerdeyse 23 sene olmuş..Ben bu evde olmuş muyum, olmamış mıyım? Eskiye dair bir kaç resimden başka ispatı yok, benim üzerimden neler yaşanmış, neler kaybedilmiş..
Her şeyde vardım elbet ama misafir oyuncu gibi.. bundan sonrası da hep öyle olacak, asla doğduğum ev gibi gelmeyecek, öyle gibi değilim çünkü.. katlandım, birdim iki oldum sonra üç..

Annem garip kadın, beni doğuranın nasıl olmasını bekliyordum ki zaten!
Bütün gün yemek programı seyrediyor ama akşam yine bilindik yemekleri yapıyor.
Dizileri var çeşit çeşit hatta birine beni de dahil etti. Aşklı meşkli bir şey, parlak genç tipler oynuyor, saçlarına başlarına bakıyorum, mimiklerine, ilerde hangisinin kalıcı olabileceğini irdeliyorum kendimce, konuyla bağlantım yok, bir sonraki bölümünü kaçırıcam diye bir telaşım da yok, müptelası olmadım da vakit geçiriyorum işte. Çoğu zaman sıkılıp kalkıyorum, kardeşimden kalan kitaplara göz atıyorum. Keşke babamın kitaplarına da sahip çıkabilseydik diye dertleniyorum.

Bugün bana ait bir kitabı diğer kitapların arasından buldum. Önce hatırlayamadım, sayfayı çevirince yazdığım notla karşılaştım, çocuk yaştaymışım nerdeyse..Yazma serüveninin içinde olmadığım yıllar.. Önemli gördüğüm yerlerin altını çizmişim, sayfaların arasına yorumlar yapmışım, yazarı bile eleştirip kitabı ben yazsaydım oraya neler yazabileceğimi karalamışım, o anda dinlediğim müziği, kapı çaldığında gelen kişiyi, televizyonda çıkan programı bile iliştirmişim.

Var oluşumun anlamını aramaya başladığım yıllarmış muhtemelen, biraz saflık biraz delilik varmış üzerimde, çokca cesaret ve biraz da felsefik atarlanmalarla Platon'a kafa tutuyormuşum.

Bazen geçmişe gidip gelmek iyidir, istemesen de bir şeyler alıp götürür. 
Ne yaşadın, ne gördün, ne hissettin kim bilir ki senden başka.. Kim bilir ki aslında geçmişimiz bugünümüzün işaretidir.Herkesin kendine ait, kendi hırslarıyla yüzleştiği bir hayatı yok mudur! Vardır..

Peki;
Her hayat roman olur mu, olur.. Okunur mu, okunmaz tabi..:)

Sahi ne diyordum:
Zaman makinesini gelecek için icat etsinler bence, geçmişe gitmek için bir kitap bile yetiyor!