28 Şubat 2014 Cuma

Bazı şeyler çok şey





Gece, bilinmeyendi, bu sebepten korkulurdu, el ayak çekilirdi, kuvveti dağlar kadardı, karşısında durmak imkansızdı, kapanırdı gözler, sessizlik alırdı gürültünün yerini..
Gecenin karanlığını ampul yakarak bozabileceğini sandı insanlar.. Yanıldılar! 
O karanlık hep vardı, var olacaktı, kendi halinde ama güçlü, avını bekleyen bir hayvan gibi çöreklenecekti zamanı geldiğinde direnenlerin üzerine.. Uyku olarak! 

Bilirsin, bazı insanları diğerlerinden daha çok sevebilme yetimiz var. Bazı kuşları da..
Filmleri, arabaları, şehirleri, içkileri,müzikleri, eşyaları vs. 
Ve yine bilirsin daha çok sevdiğimiz şeylere yenik düşebiliriz. Ezberlediğimiz şarkılar diğerlerinden daha güzel gelebilir, tam tersi de olabilir. 
Sana iyi gelen birinin yargıladığın pek çok yanı olduğunu da fark edebilirsin.Pişmanlığını hissederek dalabilirsin büyük kavgalara ve pes edebilirsin. 
Bazen de beklemediğin anlarda cevabını kendin de bilmediğin sorulara karşılık gelir bazı insanlar, aynan olurlar.Sana tüm bildiklerini unuttururlar. 
En onulmaz yaralarında bir miktar merhem ve sargı bezine dönüşürler. İçi tıklım tıklım bir mekana girdiğinizde en az gürültünün olduğu köşede yerini ayarlarlar. 
Bunun keyfini çıkarmak lazım çoğu zaman, şikayet etmek nankörlük olur. Her gün farklı bir şarkının içini burkacak tınılarında dolanmak yerine, ezberlediğin şarkının bilindik satırlarında kalmak gerek..

Ben şeyden bahsediyordum aslında, geceden..
Ve şeyle devam ediyordum, uykuyla..
Nereden geldi bu şey konu..
Neyse bu şeylerle vaktinizi almadan ben şey edip gidiyorum.. Şeyle kalın anacım!



21 Şubat 2014 Cuma

Ama deniz yok burada



Aslında Ankara için normal bir gündü. Ama yabancıların bu ayaza alışması zordu. Tunalı caddesi boyunca yürüyen insanlardan hangilerinin Ankaralı oldukları sezilebilirdi. Başında bere, boynunda atkı olan bu insanlar yürürken gülümseyip selam verebilirdi. Başları önde, ayakları ise yere sağlam basardı. 

Gökyüzü kırmızıydı, olası bir kış akşamında Ankara'da görülebilecek bir manzaraydı. Kafeler tıka basa doluydu. Sokak aralarında, dört duvara bakan ortamıyla, sıcak dost sohbetleri olan bu mekanlarda gençler hala aşktan bahsederken, biraz daha yetişkin gruplar hayatın içinde kendilerine yer ediniyorlardı.

Yeryüzünde anlatılan pek çok hikaye gibiydi bu kentlilerin hikayesi ama sıradan bir yaşamı sıra dışı hale getirmeyi de biliyorlardı. 
Olmadık zamanda hüzünlerini alır getirir baş köşeye koyarlardı. Bir kahve içimlik zamanda sigaranın sonunda bir fırt içimlik kalır ya, işte o umutla kente bağlanan insanlar için biçilmiş kaftan gibiydi.

Ankara için normal bir gün, bir yabancı için sevmediği  işte çalışma mecburiyetine benziyordu. Gitme şansı olan ama gidemeyen. Hep o umutla yaşayan..
Ne anlatması ne yaşaması kolay olan, ne vazgeçilen ne devam edilen, yaşanılan hayat gibi, kaybedilen zamanlar gibi, eski zaman aşkları gibi, öylesine işte..






17 Şubat 2014 Pazartesi

GEÇİŞ

2

Akşam olmak üzereydi. Kahve yapmasını istedim. O çay istedi. Yorgundum ve bilmiyordum çay içmem gerektiğini. Uykum gelmemişti ama uyumak istiyordum başka birine sarılarak. Çay için ısrar ediyordu, çok da konuşuyordu. Müziğin sesini açtığımda ise sitem ederek yanımdan ayrıldı. Arkasından bakarken ben onun bedeninde bir başkasını gördüm.‏

Yitik bir insan kazanmaya mahkûmdu! Başkasının bedenlerinde başkalarını görmeye; başka nesnelerde kimselerin bilmediği parçalanmış hafızalara batmaya ve tabii ki görgüsüzce tüm bu korkunçluktan keyif almaya. Bilmiyoruz, bilemiyoruz kendi çirkinliğimizin işvesini; yine kendimize. Fakat korkmuyoruz ve bu artık içselleştirdiğimiz bir gerçeklik. Kendine çay bana kahve yaptı.‏Yanıma oturdu, daha sakin görünüyordu. İnce uzun parmaklarıyla tuttuğu kahve fincanını elime tutuşturdu. Kahvenin kokusunu içime çektim, derin bir nefes alarak. Suskunluğuma inat susmak bilmiyordu. Can sıkıntısından gazel okumak gibi değildi söyledikleri, yüreğinde haykıran, isyan eden insanların öfkesini barındırıyordu. Daha fazla sessiz kalamazdım.‏Onu anladığımı, haklı olduğunu, daima haklı olacağını ve giderek haklılığın totemi haline geleceğini, dünyanın her yerinden haklılık gezileri düzenleneceğini ve kendisini kutsamaya yüzbinlerin geleceğini bir kez daha söyledim. Başka ne yapabilirdim ki! Sigaramı içmeye çalışıyordum, kahvemden yudumlamaya;her şeye ve herkese ara vermeye.‏

Bu kadarla yetinmeyecek sanıyordum. Sabaha kadar sürebilirdi bu konuşmalar, her seferinde olduğu gibi. Ama sustu. Başını omzuma yasladı. Sigaramı dudağımdan alıp kendi dudaklarına götürerek derin bir nefes çekti ve sonra dudaklarıma tekrar yerleştirdi. Dudaklarının ıslaklığıyla beraber tadını da almıştım, duman sarmıştı etrafımızı,o kesif kokuyla beraber teninin kokusunu da almıştım. Ben de başımı yanaştırdım, sustuk dakikalarca.

Akşam için yemek yapmak gerekti. Ne yemeliydi? Yanında ne olmalıydı? Ne içmeliydi bu yemekle? Bulaşıklar vardı... Birbirimizi çok iyi tanıyorduk. Kendimize karşı yabancılaşmış olabilirdik ama birbirimize karşı değil! Yemek için dışarı çıkmayı önerdim. Kabul etti. Hazırlanması uzun süreceği için ona giyinmeye ve süslenmeye başlamasını salık verdim. Çekyata iyice yayıldım, müziğin sesini açtım, gözlerimi kapattım.‏

Korkunç bir soğukluk sarmıştı bedenimi, neredeydim ben? Kaçmakla, üzerine gitmek arasında bir yerlerde sıkışıp kalmaktan korkuyordum. Küçük bir çocuk fısıldıyordu içimde, 'hadi tut ellerimi, ben parka götür' diye. Hayatı bütün gerçekliğiyle göstermek istiyordum çocuğa, ellerini tuttum, beraber bir kara deliğe yuvarlandık. Mutluluğun filtrelerinden geçerek pişmanlığa kadar ilerledik. Bir yanım bu sakinliğin belirsiz iliklerinde tevazuyla ilerlerken aynı anda tüm insanlığı doğruyordum Fransız devrimindeki anarşistlerin ukalalığı ve acımasızlığıyla. Çığlıklar atıyordu herkes. Kan yüzüme, gövdeme, ağzıma sıçrıyordu. Boğuluyordum kanlarında ama doymuyordum, sıkılmıyordum, utanmıyordum. Çünkü böyle hissetmek istemiyordum ama böyle hissediyordum. Kollarım, düşüncemin uzantıları olarak satırlaşmıştı. Sıranın çocuğa gelmesini istemiyordum ama geleceğini biliyordum.‏

Elime soğuk bir şeyin değmesiyle sıçrayarak kalktım yerimden. Onun elleriydi, hep soğuk olurdu. Ellerini ellerimle ısıtırken daima gülümserdi. Ya ben derin dalmıştım ya da o her zamankinden daha kısa sürede hazırlanmıştı. Güzel görünüyordu. Hoşlandığım şekilde makyaj yapmıştı. Sadece kırmızı ruj! Koyu lacivert bir elbisenin üzerine deri montunu geçirmiş, kolumdan çekiştirerek kapıya doğru sürüklemeye başlamıştı bile. Et yemek istediğimi söyledim. Canım et istiyordu; gevrek, sakız gibi, ağzımda dakikalarca çiğnememe rağmen parçalanmayan etlerden. Taze, henüz kesilmiş bir hayvanın eti. "Olur" dedi. O her zamanki gibi çorba içeceğini ve salata tabağı alacağını söyledi. Yemeği yedik, çaylarımızı söyledik, sigara içmek için açık alana gittik. Gitmemiz gerekiyordu. 50'lerde değildik sonuçta, bizi bizden çok düşünen bir sistemdeydik ve ben maskülendim; daima!‏

Henüz bir fırt çekmiştim ki arkadan bir ses duydum bize bağıran: ' gençler cağara mı içiyonuz' diye. Önce elinde çöp torbasıyla tıknaz, bıyıklı ve komik suratlı bu adama bakakaldık, sonra birbirimize bakarak kahkahalara boğulduk. Saniyelerle örtüşen bu zamanda 'evet abi istersen buyur sen de' diye karşılık verdiğimizde, aslında istediğinin ateş olduğunu anladık. Çakmağı uzatıp verince,restoranın temizliğinden sorumlu olan bu adamın 'evli misiniz, çoluk çocuk var mı' sorularına maruz kalarak rahatsız olduğumuzu fark ettirdik.Ardından eve dönmek istediğimi söyledim ama o biraz daha dışarıda kalmamızdan yanaydı. Mümkün müydü dış'arıda kalmak, dış'arıda olmak? Asla imrenmedim, hep alayla, hatta tiksintiyle baktım çoğu zaman dış'arıda kalanlara, kalabilenlere. Dışarıda kaldık. İş arkadaşlarından kahvesinin iyi olduğunu duyduğu bir yer söyledi ve oraya gittik. Kahvesi iğrençti ve zevkle içtim.‏

Dış'arıda gece bitmek bilmiyordu. İnsanın zamanı ne kadar sıkıcı geçerse zaman o kadar uzuyordu. Benim için de şu saatler öyleydi. Mekândan ayrıldıktan sonra yürüdük biraz, ara sokaklarda köpekler vardı. Biri havlayınca koluma girerek bedenini iyice yaklaştırdı, yüreğinin atışını duyabiliyordum. Kadınlar tuhaftı, eşitlikten yana olup bu anlamda seslerini duyurabilmek adına yapmayacakları şey kalmadığı halde gece yarısı bir sokak köpeğiyle karşılaştıklarında erkeğe sığınmak zorunda kalıyorlardı. Bu hali hoşuma gitmişti, iyice sardım onu. Yolda markete uğradık, içki aldık kendimize. Sonuçta bugün Cumartesiydi ve yarın tatildi. İçkilerimizi içecektik, sonra o sevişmek isteyecekti, ben istemeyecektim ama sevişecektik. Sonra ben yatağın kendime ait ucunda arkamı dönüp sızacaktım. O ise arkamdan bana sıkıca sarılacak ve ikimizde bir gün daha kendimizi ertelemenin verdiği huzurla uyuyacaktık.‏

Geceyi böyle geçirdik, herhangi bir sürpriz yoktu. Zaten ikimiz de sürprizlere açık değildik, sabah güneş ışınlarının odamızı aydınlatmasıyla uyandık. Kahvaltıda yumurta yemeyi severdim, o ise yumurta kırmaktan nefret ederdi. Yumurtanın akı ellerine bulaştığında iyice gerilir, burnumuzdan getirirdi. Ben hazırladım omleti. Gözleri şiş halde oturdu karşıma, konuşmuyordu. Aklında gece vardı. Bunu hissediyordum ve bu şekilde susarak oturmasını umuyordum.‏Omletimi ara ara ekmeği de banarak çatalla yemeye koyulmuştum. Sırtım pencereye dönüktü ve güneş belimi ısıtıyordu. Biraz domates, peynir ve salatalık yedikten sonra dirsekleri masada, çayı elinde benim omlet yiyişimi izlemeye koyuldu. Fark ettim; durdum! Çatal elimde ona baktım, bakıştık. Memnuniyetsizdi; benden, yaşamından, kendinden, giderek büyüyen kalçalarından, sertleşen derisinden, arada takılan cep telefonundan, geçen yıl babasını kaybetmesi dolayısıyla ölümden, saçlarımı asla uzatmamamdan, kendinden... Hala gözlerine bakıyordum. Bir dakikaya yaklaşmıştı ve bir şey demesini bekliyordum çünkü memnuniyetsizliğini, mutsuzluğunu pervasızca birinin yüzüne vurmaktan çekinmeyen ben değildim.‏Düşüncelerimi haksız çıkarırcasına, adeta beni mahcup edercesine konuşmadan oturuyordu. İçinden haykırarak söylediği ' bana o bakışını sevmiyorum, yeter artık neden böyle davranıyorsun, senin için daha ne yapabilirim, bunca senenin hatırı yok mu, kalbimi acıtıyorsun, bana öyle bakma, ne olur biraz ikimizi düşün, benim seni sevdiğimi' serzenişlerini dilinden dökülmese de yüreğinden okuyabiliyordum. Susarak bile iletişim kurabiliyordu benimle. Ben mi gariptim, o mu bilemiyordum.‏Sonra bana bir soru sordu: "Ne düşünüyorsun?" Sadece omlet yemeye, kahvaltı yapmaya çalışıyordum ve gerçekten bir şey düşünmüyordum; bunu ona söyledim. Bana tekrar "Ne düşünüyorsun?" dedi; aynı tonda, aynı bakışla, aynı ketumlukla. "Hiçbir şey" diye cevap verdim. Gülmeyen bir gülümsemeyle kafasını yana çevirdi, ellerini tepesinde topladığı saçlarına attı ve öylece kaldı.‏

İçinden geçen onca şeye beni de ortak etmekti amacı. Zira sebebi bendim. Bir şey düşünmüyor olmama inanmıyor çünkü kendi kafasında tilkiler dönüp duruyordu. Kadınların hislerini hafife alamazdım. Birçok şeyden emin olmalarına rağmen illaki duymak istiyorlardı.Ve duymak istedikleri şeyden de rahatsız oluyorlardı. Mazoşizmin ruhlarına bu kadar işlemesinin tersine, kırılganlıklarına engel olamıyorlardı. Kısa bir bakış fırlattı, bende "Karımı!" diye yanıt verdim. Gülümsedi. Başka ne yapabilirdi ki! Korkunç bir şey karşısında sadece korkarız ama rezil bir şey karşısında çaresizizdir. Gülümsemekten başka hiçbir eylem ya da söz karşı tarafa durumun vahametini geçiremez. Çayından 1-2 küçük yudum daha aldı. Tekrar bana bakmaya koyuldu. Ben çatalı tabağın kenarına koydum; bakışmaya başladık.‏

Duymak istediği şey ona acı da verse soruyordu, cevabı bildiği halde soruyordu, kanatıyordu kalbini, bundan zevk mi alıyordu? İkimizi de karanlığa çekiyordu, özlediği şeyleri ifade etmek istiyor ama gittikçe gömülüyordu yalnızlığa, umutsuzluğa. Asla değişmeyeceğimi biliyordu, çabası yoktu artık. Karanlık ikimiz için de iyiydi, çünkü içinde bulunacağımız ışık o kadar azdı ki.‏Ve bunu bitirmesi gereken taraf ben değildim. Çünkü kendi hikâyemin hatırlamadığım bir yerinde hafızamı kaybetmiştim ve hatta sonradan bundan zevk almıştım, hala da alıyordum. Acıdan aldığı, bencillikten aldığı bu haz benim için zevke esriklikti ve bende bunu bırakacak hafıza yoktu. Nerede başlamıştı, bitmişti karımla hikâyemde, bu kadın araya girmişti. Bana "defol" demek yerine "bugün yalnız kalmak istiyorum" dedi.‏
Bir sigara yakıp ayrıldım oradan, yürümeye başladım. Yağmur yağıyordu, hissizlik sarmıştı bedenimi. Aklım başka yerdeyken bacaklarıma yürü emrini veren neydi, kimdi? Kalbimin taşikardik atmasına sebep olan her şeye söverek yürümeye devam ettim. Yalnız kalmak hepimizin hakkıydı.‏Gözlerim dolar gibi oldu ama üzüldüğüm hiçbir şey yoktu. Hiçliğim miydi beni ağlatacak olan! Kendime hiç acımamıştım, çünkü bir hafızam vardı dedim ya. Hiçliğim bir tulum gibi tüm bedenimi sarıyordu. Neden bilmiyorum, ortaokulda bana ayakkabı alan öğretmenimi aramak, ona anlatmak istedim kendimi. Ya da lisedeki sevgilim Aygül'e sarılmak istedim. Fakat tüm bu anımsamalar hayalin oluşmasına izin vermeden hiçlik tarafınca bacaklarından çekiliyorlardı. 2 vesayet değiştirdim ve kapıyı açtım. Evde kimse yoktu.‏Yorgundum, mutfağa girdim, buzdolabında kabak dolması vardı. Canım istemedi. Bir bira aldım ve salona geçerek televizyonu açtım. Haberler can sıkıyor, hava durumu yağmurlu havalardan bahsedip iç karartıyordu. Hızla içtiğim bira kafamın koltuğa düşmesine ve göz kapaklarımda bir ağırlığa sebep oldu. Kapının açılıp, içeri girenin o olduğunu hayal meyal görebiliyordum. Ağzımı açıp da tek kelime etmeye mecalim yoktu.‏
"Geldin mi sen!" dedi. Biliyordu, adı gibi biliyordu ama bir şeyi bilmiyordu: Neden bilmemezlikten geldiğini. Ve bu yüzden bırakamıyordu beni. Hiçbir şey olmamış gibi kucağıma oturdu, yüzümü okşadı, sağ yanağımdan öptü, "İyi eğlendiniz mi?" diye sordu, cevaplarını aldı. Erkek erkeğe takılmanın hazzını hiçbir şey veremezdi bir kadına. Havanın çok nemli olduğunu, terlediğini, duşa gireceğini söyledi. Akşam için yemek vardı ama dışarı çıkmak istiyordu. "Tamam" dedim. TRT radyo 3'ü açtım; saat 3'e geliyordu, uzandım.‏
Kafamda deli sorular vardı, biraz kestirmek isteyen bünyeme soru işaretlerim engel oluyordu. Bir deniz kenarında olmak istedim, orada oturup günlerce denizi izleyebileceğimi düşündüm. O andaki mutluluğumu yıllar öncesinde yaşadığım hayatla bağdaştırdım. Artık ağlayabilirdim, hiçliğe, geçmişe, isteniyor olmanın verdiği hazza,pişmanlıklara, acılara, vazgeçmişliğime.  Ama vazgeçemezdim, her şeye sahip olamayacağımı bir not kâğıdına yazmalıydım. Bunu gözümün önünde bir yerlere koyup sürekli hatırlamalıydım. Birini çıkarmalıydım hayatımdan. Böylece hafifleyecektim.‏
Rolling Stones'un Under My Thumb'ı çalmaya başladı radyoda. Sırtımı odaya döndüm, bacaklarımı karnıma çektim ve ağlamaya başladım. Çabucak ağlayıp, gözyaşlarımı silmeliydim çünkü karım her an banyodan çıkabilirdi. Kısa bir ağlama olmalıydı ve bir kerede ağlayıp bitirmeliydim. Gözlerimi sildim ama hala kapalıydılar. Hangisini çıkarmalıydı? Soru buydu.‏Ve bu sorunun cevabı bende gizli olmasına rağmen bir türlü çözemiyordum. Gözlerimi kapattığımda yanıma doğru geldiğini ayak seslerinden anladım. Kokusu da kendinden önce gelmişti zaten, tüm odayı kaplayacak kadar da keskindi, içime çektim. Üzerinde bornozu vardı, boynunu açık bırakacak şekildeydi. Ellerimi boynunda gezdirip bir an boğmak istedim. Sonra yüzümü yanaştırarak kokladım.‏
"Hadi üzerini giyin" dedim. "Neden" diye sordu. Yemek için dışarı çıkacağımızı hatırlattım ama o bana saatin daha erken olduğunu söyledi. Haklıydı. Saçmalıyordum. Fakat sevişmek isteyen bakışlarından kaçmak için başka bir tavır takınmak zorundaydım. Sabahladığımızı ve yorgun olduğumu belirttim. Tüm sevecenliğiyle karşıladı. "Ben saçlarımı kurutayım o zaman" dedi, gitti. Arkasından baktım. Odanın kapısından dönerken sarındığı havlu açıldı ve sol kalçası göründü. Küçük bir gülücük attı ve havluya tekrar kabaca sarınarak yatak odasının yolunu tuttu. Hayatımdan çıkarmam gereken kişi kendimdim. Evet kendim!‏
Mutfağa yöneldim, buzdolabından bir bira daha aldım. Buz gibiydi ve içimi serinleten, düşüncelerime soğuk duş etkisi yapan tek şeydi. Hızla onu da içtim. Bana kalsa koltuktan hiç kalkmadan sabah kadar içebilirdim. Ama çıkmamız gerekiyordu ve ayık olmalıydım. Banyoya giderek ılık duşun altında bir müddet kaldım. Karımın duş jelinin çilekli kokusu hala etkisini yitirmemiş, tüm banyoyu kaplamıştı.‏Duştayken yanıma geldi, beraber yıkanmaya başladık. Sakallarımı sabunladı, ağzıma doldu sabun köpükleri. Lakin ben tat almıyordum. Gözlerime sürdü sonra. Uzun parmaklarıyla omzuma hafifçe dokunarak arkamı dönmem için emirde bulundu. Sarıldı; gövdemi sabunladı. Kurulanmadık. Beraber çıktık duştan. Karım görebilirdi.‏
Endişe kapladı tüm bedenimi, havluyu belime sardıktan sonra bir başka havlu ile kuruladım onu. Hareketlerim bir o kadar hızlı, bir o kadar isteksizdi. Gözlerimi kapattığım an soru işaretleri beynimin içini kemiriyor, açtığımda ise gerçekler suratıma tokat gibi iniyordu.‏ Mutfakta olmalıydı. Damacanadan bardağa su dolduruşunun sesi kulağıma geliyordu. Nereye saklayacaktım! Karım her an oturma odasına gelebilir ve onu görebilirdi. O ise paniğe kapılmama anlam veremiyor ve sürekli ne olduğunu sorup duruyordu. Televizyonun arkasına baktım ama imkânsızdı. Koltuklarımız ve duvar arasında bir mesafe vardı ama biraz daha çekmek gerekiyordu. Bu değişiklik fark edilebilirdi. Hem kabul edecek miydi saklanmayı? Kaygıyı dilimin altında bozuk bir para gibi hissediyordum. "Seni saklamalıyım" dedim ve kolundan sertçe kavradım, ağzını kapattım. Koltuğu dizimle öne çekerken karım kapıda belirdi. Şaşırmadı! Gülümsüyordu dahası.‏ Yanımıza yanaştı, elini uzatarak tırnaklarıyla yüzümden boynuma doğru indi. Gittikçe sertleşiyordu dokunuşları, hatta göğsüme doğru iyice çiziyordu tırnaklarıyla ve hafifçe kanamaya başlamıştı. Diğer eliyle boynumu sıktı, nefes almakta güçlük çekiyordum, ağzımı açıp da tek kelime edemezken elimle kolunu tuttum.‏
Karım bunları tebessümle, kazıdığı yerlere öpücüklerde kondurarak yaparken o beni bacaklarımdan asılarak yere oturttu. Odanın köşesindeki koltuğun kenarındaydık. Karım, ben ve o! Karnımı delen bir şey hissettim, başımı aşağı çevirdim. Göbek deliğimden içeri parmağını sokmuştu. Ensemde bir kesik! Elimi attım, tüm ensem dikey olarak yarılmıştı. Dokununca kesiğe tüm vücudumu silkeliyordu elektrik. Sinirleri hissediyordum. Mideme bir kramp saplandı. Elimi attım; onun dirsekleri. Elleri yoktu. Elleri karnımdaydı. Kan oluk oluk akıyordu. Hışımla ayağa kalkmaya çalıştım ama kalkamadım. Henüz geçen yıl yenilediğimiz ahşap kaplamalar kanımın da katkısıyla daha da kayganlaşmıştı.‏Debeleniyordum kaygan zeminde; kendi kanımla boğulmak üzereydim sanki. Vücudumda karıncalar dolanıyor gibiydi. Derinden gelen kahkaha sesleri beynimin içinde Çin işkencesi yaratıyordu. Titriyordum, ölüyordum.‏
Üzerime kapaklandılar. O sol kolumdan parçalar koparırken, karım sinirleri söküp atmakla meşguldü. Yaşam gidiyordu; ben değil! Kasıklarıma umarsızca çöken bir diz hissettim. Eziyordu tüm erkekliğimi. Ben izliyordum, izin veriyordum tüm bu tecavüze. Neden? Suçluluk değildi; kendini bilmezlikti belki; bilmiyorum. Artık bilmediğim bir ben'i terk ediyor ve bunu kameraya kaydediyordum. Shutter giderek düştü. Görüntüler yerini ardışık karelere, ardışık kareler fotoğraflara bıraktı. Karım karnını kesti ve iki-üç aylık bebeğimizi odanın diğer köşesine fırlattı. Boğazına yapıştım ama kimin bilmiyorum. Geriye ittim. Bebeği almak için giderken arkamdan bir şey çekti beni. Bağırsağımın ucu ondaydı. O kimdi, seçemiyordum. Bulanıklaşıyordu her şey. Bağırsağımı eline dolayarak kendine çekti beni. O girdi araya, dişleriyle kesti bağırsağı; özgür bıraktı beni.‏
Çok içerlerde derin bir uykudaydım artık, ben uyanmayayım diye tüm dünyanın sesini kısmışlardı, parmak uçlarına basarak yanımdan ayrılmışlardı. Zifiri karanlıkta, huzurla uyuyarak yaşamaya devam ettim!‏ Hafızasızlığımın bedelini ödüyordum belki de, kim bilir! Özgürlük kanla beslendi daima; ibret-i âlemle. Bu da benim artık kendimden yoksunluğumun yine beni kesin bir şekilde özgürlüğe hapsetmesiydi. Biliyorlardı; bilmezlikten gelmemeleri gerektiğini. Suçlu bendim, onlar daima haklı. Hâlbuki bir suçlu ve haklı aramamıza gerek yoktu. Artık hangi şiddet beni kandırabilirdi ki! Uyumak istiyordum çocuğuma sarılarak. Sürünmeye çalıştım ama olmadı. Kaygandı her şey. En başta ruhum geçişkenliğini kaybediyor, körkütük müziğe dalıyordu. Yanıma geldi rujunun çirkinliğiyle. İç’im geçmiş, dış’ım sertleşmiş. Fondöteni dilimin altında ketum bir tat bırakıyordu. Gözlerim kendine gelemedi ve dolayısıyla o, yani karım ve karımdaki çocuğumun yaşamıma son veren görüntüsü bir kez daha belleğime kazınamadı. İstemiyordum!
“Ben hazırım” dedi.


Emine Ebru                                                                    Budala Adam

https://twitter.com/ladiemacbeth                                https://twitter.com/budalaadam

10 Şubat 2014 Pazartesi

Başka bir gezegende ikametgah ilmuhaberi çıkarmak istiyorum


Schubert'den 'Serenade' dinlerken ya da Liszt'in piyanosunun melodilerinde dolanırken aklına geliyor insanın bazı şeyler..
Keşke diyorsun, her şey bu kadar güzel olabilse, ılık akabilen tınılarda, sessiz ve derinden gelen iç huzurunda yaşanan duygular hiç bitmese..

Boşa kürek çekiyoruz gibime geliyor, kimisi yazıyor, kimisi okuyor, kimisi izliyor, kimisi düşündüğünü çekinmeden söylüyor, kimisi sokaklarda direniyor, yaralanıyor, ölüyor..
Kime neyi anlatıyoruz ki!

Bir kedi katilini deşifre ettiğimiz kadar, kadınlara çocuklara zarar verenleri, öldürenleri deşifre edebilseydik belki bu kadar cinayet, tecavüz, vahşet olmayacaktı. Bira içti diye ırza geçilen kıza kendi rızasıyla sevişti denmeyecekti!

Hiçbir şey içimize sinmeyecek bundan sonra, bir tarafımız eksik kalacak..
Kimse kimsenin acısını paylaşmayacak, hissetmeyecek yüreğinde, yok ettiği hayatlardan sorumlu olmayacak!
Vicdan denen şeyi yitiriyoruz hızla..
Ahlakçılar sarmış dört bir tarafımızı, din, iman kullanılıyor ama vicdan yok!
Kimsede kalmamış ve herkes insan diye geçiniyor.
Yazık!

Acı çekmeye alışıyoruz artık.
Bir tarafımız burukken nasıl yaşanır ki hayat, nasıl tadına varılır işkembe çorbasının kafan kıyak değilse, nasıl ıslanılır yağmurda, nasıl ısıtır güneş, nasıl mutlu olur çocuklar..

Hep ben mi düşünüp durucam, atın beni denizlere artık!