8 Ekim 2019 Salı

Çember


Bir yerlerde bir savaş daha başlayacak diyor birileri. Gücümüzün yetmediği şimşeklere paratoner olmaya kalkıyoruz. İnsanların dinlemediği şarkılar söylüyoruz, kırık- dökük melodilerle, bir türlü değişmiyor hiçbir şey. Hayır madem yarınımızı göremiyoruz, geçmişimize dönelim diyoruz, o da olmuyor.
  
Bu mevsimde sabahın köründe uyanmanın tek kötü yanı soğuk olması. İnceden bir titreme oluyor içinde, vicdanın sesini duymak istiyorsun. Rüyaların da ihtiyarladı artık, umut vermeyen her türlü şeyin etrafında dönüp duruyorsun. Başlarından başlayıp ayak ucuna kadar inen depresyonun eşiğindeymiş gibi hissediyor insanlar. 

Daha ne kadar sağlam kalabiliriz meçhul. Hayat da bizden çok koparıyor elbet ama bu coğrafya karman çorman yapıyor hepimizi. Ya biz buraya ait değiliz ya bu iklimi taşıyamıyoruz. 

Akşamları uykumuz olduğundan uyuyoruz, sabah kalkmak için bir nedenimiz yok halbuki! Görebiliyorsan eğer düşlerinde uçmayı, günü kurtarıyorsun. Geceyi çabucak tüketip gündüze bir ihtimalle başlıyorsun. 
Bir ihtimal yağmur yağar, bir ihtimal o arar, bir ihtimal hesaba para yatar, bir ihtimal sınav iyi geçer, bir ihtimal enflasyon düşer, bir ihtimal çocuklar mutlu doğar.. Gelecek yüzlerce ihtimalden ibaret, tükenmiyor hiç. 
Geçmişimiz keşkelerle, geleceğimiz belkilerle dolu. Üzerimizde varoluş sancısı. Dağ olsa dayanmaz derler ya hani, biz dayanıyoruz bir yere kadar, sonra diğer nesle aktarıyoruz tüm çürümüş, bozulmuşlarımızı..
Neden ağlayarak doğuyor sanıyorsunuz bebekler! Neden sancıyla doğuruluyor sanıyorsunuz?

Israrla karşımıza çıkan şeylerden almamız gereken dersler olmalı. Bu hayatın, bu döngünün bir anlamı olmalı. Hayat sürekli tekrar ediyor, tarihten ders çıkar diyor. Seni sınıyor, bir takım testlere tabi tutuyor, peki sen ne yapıyorsun? Dönüp duruyorsun ve her dönüşün bir tercih olduğunu bilmiyorsun. Bunu öğrenmek için tarihe bak,bir şeyler yap çünkü bu dönmeler midemizi bulandırıyor artık! 

17 Nisan 2019 Çarşamba

Tatlı Hayat -Dolce Vita-

Önceleri 'nasılsın' diye sorulduğunda 'iyiyim' derdik ve iyi olduğumuza inanırdık. Şimdi biliyoruz ki insanlar iyi değil. Dibi olmayan bir bataklığın içinde yüzüyorlar sanki. Hiçbir zaman yaşayamayacağımız hayatlara sahip olan kişiler hiç bu kadar günyüzüne çıkmamıştı. Bunu görenler, almaya gücü yetmeyen arabayı çizmek, yemeye parası olmayan balığı öldürmek, sahip olamayacağı eşyaları yakmak, asla göremeyeceği kumsalları kirletmek istiyor. Söyleyemediği her kelimeyi unutmak, uzanamadığı elleri kesmek istiyor. Gözleriyle gördüğü bu dünyanın içine etmek, edemezse gözlerini yerinden çıkarmak istiyor. 
Hasta ettiler bizi!
Yaşamayı unutanlarla dolu her bir taraf. Saçlarını taramayı unutanlar, sevgiyi unutanlar, el ele dolaşmayı unutanlar, ölümü öğrenenlerle dolu. 
Kurtuluşu düşünmüyor kimse, günü kurtarma çabasındalar çoğu zaman. Akşam eve sağ salim ulaşacağını kimse bilmiyor ki! 
Masallarımız bitti, acı hikayelerle yoğruluyoruz. Şarkıların anlamsız gelmesi bu yüzden. Halbuki sesler ve kelimeler olmadan yaşayamayız. Aşk'a sığınmak isteyenler aldatılıyor, sevdaya düşenler acı çekiyor. 'Biz' kalmadı artık, 'ben' var. Kimsenin sözcüklere, geçmişe, güzel yüzlere, temiz kalplere, vicdana, sevgiye ihtiyacı yok. Sahip olduğunda ise hemen kirletiliyor, herkesin paraya, isme, cisme, güce  ihtiyacı var. 
Geçmiş unutuldu, acıyan bir geleceğe kucak açıyoruz. 
Neden çıkışı bulmak yerine hep beraber dibe batıyoruz?
Nerede tatlı hayat? Onu bulmak için daha hangi engelleri aşmamız gerekiyor?
Önemli olan aramak mı, bulduktan sonra kıymet bilmek midir? 

Fotoğraf:@ladiemacbeth

28 Şubat 2019 Perşembe

Cesareti içinde susanlara


Soğuk bir kış oldu. Henüz bitmedi. Yorulduk yine ama bahar yorgunluğunun yanında hiç kalacak gibi geliyor. Mart sonu gibi yorgunluğumuz, çaresizliğimiz, umutsuzluğumuz ikiye katlanacak sanki. Elimizin, kolumuzun kalkmadığı bir Nisan ayı bizi bekliyor olabilir. Biz ona da alışırız değil mi?


Yorgunum. Senin gibi. Hayır bu büyük şehir karmaşası değil, akşamları metro beklemiyorum, sabahları hava aydınlanmadan çıkmıyorum, bütün gün ayakta çalışmıyorum. Sonunda aldığım üç kuruş maaşı ay sonuna yetiştireyim diye uğraşmıyorum. Sevmediğim kişilere katlanmak zorunda kalmıyorum. Bu hınca hınç şehirde insanların suretlerine hikayeler yakıştırmıyorum. Şanslıyım biliyorum ama yorgunum. Herkes gibi. Bizim dedelerimiz de yorgundu! Bize miras kalan şeylerden biri de bu.

Neden yorulduğumuzu da biliyorum aslında. Kimliğimizi bulmaya çalışmaktan. Kendimizi bile kaybetmek pahasına!  Evvelden beri bu böyleydi. Yorgun doğduk, yorgun öleceğiz. Çocuklarımıza daha zor bir hayat bırakacağız.
Seninle konuşmuyorum, biliyorsun. Kimse kimseyle konuşmuyor artık. Kendi içimizden çıkıyor bütün sesler, o yüzden anlaşamıyoruz. Herkes kendini dinliyor ve kendi doğrularını dikte ediyor. Senin doğruların benimki değil ki!

Bir iskelede Tolstoy okurken görüyorum kendimi, dünyadan uzak, kendime yakınlaşarak. Nina Simone söylüyor kulağıma, -Feeling good - “Bu yaşlı bir dünya, yeni bir dünya, cesur bir dünya, benim için, ah işte özgürüm ve ne hissettiğimi biliyorum. Yeni bir gün, yeni bir hayat ve ben iyi hissediyorum.”

Bunca telaşenin ortasında, insanlar farklı şeylerle uğraşırken, savaş varken, borç, dert bitmezken, hayatta kalmak bu kadar zorken iyi hissetmek de haksızlık. Bunu yaparken bile içimizde bir yerlerde kaç çeşit kırık oluşuyor. Herkes kendi dünyasını yazabilse, çizebilse.. Keşkelere girmek istemiyorum. Bella miyavlıyor çünkü, yazıyı kes sinyalleri gönderiyor.
Adaleti olmayan bir hayatın adalet aramaya çalışan varlıklarıyız biz.
Sevmeyi denemek gerekiyor, çok sevmeyi. Böyle başkaldırabiliriz belki. Tarihte görülen en cesur hareketler de sevmekten geçmedi mi zaten!
Ama ben “çok yorgunum, beni bekleme kaptan.”*





  
*Nazım Hikmet


22 Ocak 2019 Salı

Haydi herkes kurtarsın dünyayı!





Öyle güzel hikayeler okudum ki hiçbiri bana ait olmadı. Yaşamayı değil de hissetmeyi, hikayeye ait olmadan içindeymiş gibi var olmayı gösterdi. Sonra ne olduysa herkesin hikayesi sıradanlaşmaya başladı. Aynı tasvirler, aynı dokunuşlar, aynı duygular, aynı sonlar yazıldı. Rutin hayatların ezbere sözcüklerle bezenip süslenmesi kimsenin ilgisini çekmedi. Herkes üşengeçti, tembeldi, hazıra alışmıştı, acı çekmiyordu. Engellere takılınca yürümekten vazgeçiyordu. Bir çukurda debelenmeden o çukurda debeleniyormuş gibi göstermeyi seviyordu. Bu aldatmaca önce kendini hasta ediyor sonra tüm insanoğluna bulaşıyordu.
Böyle bir salgının ortasına doğuyordu bebekler. Kısa bir süre koruyabiliyordu ebeveynler, sonra bu sahte dünyanın kucağında buluyorlardı kendilerini. Söz geçiremediğimiz bu döngünün içinde herkes gibi kaybolmaya mahkum oluyorlardı. Ne acı! Ama kendini bu ortamdan soyutlayıp da dışarıdan bakarsan öyle, bunu herkes yapıyor aslında. Tek başına kaldığında, biraz düşünüp anladığında, fark ederek baktığında kolay görülebiliyor. Fakat kimse görmek istemiyor. Üzerine sis çökmüş bir şehir gibi karanlık olmanın rehavetiyle uyuyor insanlar. Tüm bunların bir sebebi olmalı. Eğer bunun üzerine gitmezsek bugünkü dünyanın gerçek olmayan akımında hepimiz sürükleneceğiz.

Ben nerede yaşıyorum, nelerle uğraşıyorum psikozlarından ziyade bu dünyaya neden geldim, neden ben diye sormak daha akıllıca sanırım. Belki o zaman herkesin okunası bir hikayesi olur. 

📷:@ladiemacbeth