26 Mayıs 2014 Pazartesi

Hep birlikte inanıyoruz sürüden ayrılanı kurtların kapacağına!



Sanırım birileri bu dünyayı düzeltecek, çünkü mutluluğunu buna adamış insanlar var. Onardıkları her kırıkta, kapattıkları her yarıkta güçlenip büyüyen kişiler var. 

Ciddiye almayanlar da var, belki de bir yaştan sonra ciddiye alınmıyordur, belki de geçmiştir o günler.. 
Bunu bilmemizin pek yolu yok, yaşıyoruz ve öleceğiz. Buradaki soru 'nasıl yaşadığımız?'
Anlatabildim umarım, anlatamadıysam da okuyun geçin ya da okumayın, ne bileyim ben!
Bana ne zaten..
Çok kafa yordum şimdiye kadar, artık resetlenmenin zamanı geldi. Bomboş bakıp nefes almak yeterli gibi!

Bıktım çünkü cinsiyetçi zırvaları tekrarlayan örümceklerden..
Kendini koruyamayacak kadar aciz yaratıkların birilerinin koltuğunun altına sığınmasından..
Sıradanlığın kitabını yazarak meydanlarda bas bas bağıranlardan..
Sevenin Allahı var diyerek zulmedenlerden..
Kendini duyarlı falan sanıp güncel olayları insanların gözünün içine sokarken duyarsızlık örneği verenlerden..
Sistem şunu anlatıyormuş, bunu aşılıyormuş diyerek 'hadi sisteme karşı koyup toplanalım' mantığıyla lay lay lom yapanlardan..
Medeniyet çerçevesi içinde her türlü hışım, hiddet, nefret, şiddet gösterileri yapanlardan..
Yazdıklarıyla, çizdikleriyle, çektikleriyle, konuştuklarıyla hayatı değiştireceklerini zannedelerden..
Bıktım!




Atıyorsan deniz yıldızını hanene yazılır zaten..
Kimse yaptığı şeyi güç gösterisi olarak kullanmasın! 






12 Mayıs 2014 Pazartesi

Henry David Thoreau





Into The Wild (Özgürlük Yolu) filmini bilirsiniz. En azından duymuşsunuzdur. Bir fikri olmayanlar için kısaca bilgi vereyim:

2007 yılı yapımı, Sean Penn yönetmenliğinde çekilen film, Jon Krakauer'ın 1996 yılında yayınlanan, Christopher McCandless'ın maceraları hakkında aynı adlı kitaptan uyarlanan gerçek bir öyküdür. 24 yaşındayken trajik bir ölümle sonlanan ‘Christopher  Johnson Mccandless’in kısa ama sarsıcı yaşam hikayesini anlatır.
Christopher Johnson McCandless,  12 Şubat 1968 doğumlu çılgın gibi görünen; fakat çok sakin bir gezgindir. 
Onun yaptıklarını duydukça, okudukça ve izledikçe, onun serseri olduğunu düşünülebilir. Ama öyle biri olmadığı görülür.  O sadece "Özgürlük Yolu" adını verdiği bir yolu seçerek  "Her yol batıya gider" felsefesiyle bir serüven yaşamıştır. 

Diğer birkaç yazarla birlikte etkilendiği insanlardan birisinin ‘Henry David Thoreau’ olduğunu söyler ve yanında bulundurduğu kitaplardan birisi de Thorea’nun ‘Walden’ kitabıdır. 

Filmde Mccandless’ın aile kurumuna, günümüz vahşi tüketim toplumunun modern insanının yaşam tarzına yaptığı göndermeler, eleştiriler çok doğru tespitler olmuştur. 
Özgürlük Yolu filminde doğada tek başına yaşarken, yediği zehirli ot nedeniyle ölen Chris’in son gördüğü şey, Tolstoy’un yazdığı “mutluluk ancak paylaşıldıkça gerçek olur” sözüdür. Chris sürekli Thoreau ve Tolstoy okumasına rağmen, ölüm anına kadar bu satırı fark edemez; ancak Chris ölüp ekran aydınladığında bu satır fark edilir. Ve bu satırlar Thoreau’nun satırlarından başkası değildir.

 “rather than love.. than Money.. than faith.. than fame..than fairness.. give me truth.”
“bana aşk, para, inanç, şöhret, adalet yerine gerçeği verin.”

McCandless’ın etkisinde kaldığı iki yazarın (Jack London ve Henry David Thoreau)  vahşi hayata, yolculuğa ve gerçeğe bakışları çok net olmuştur. Bu anlamda Thoreau, ormana, Walden Gölü kenarına taşınmasını, kendine özgü bir şekilde yaşamayı arzuladığı, hayatın sadece asli gerçekleriyle yüzleşmek istediği ve bir gününü dahi olsa doğa kadar kendiliğinden yaşamak istediği şeklinde açıklar.

Her şeyi ama her şeyi arkasında bırakarak sade bir yaşamın kucağına, doğaya adım atan bu adam ve bu yolda adımlarını atarken öğreticisi ondan bir yüzyıl önce yaşamış  ‘Henry David Thoreau’ydu.

Şehrin kaosundan uzaklaşmak, teknolojiden, modern dünyadan, sistemden, yüksek binaların arasında sıkışmış yaşamlardan, şehir insanlarının obur canavarlar gibi sürekli tüketmek, tüm güzel şeyleri yok etmek üzerine olan hayatlarından kopup doğaya dönmek günümüzde pek kolay değil aslında. Ait olduğumuz şehirleri bırakma cesaretimiz yok çünkü artık gidecek bir yerimiz kalmadı. Artık herkesten uzakta ıssız bir sahil bulup da oraya yerleşmek, uzaklaşmak, ıssız bir toprak parçasına izinsiz bir çivi çakmak bile imkânsız. Kalabalığız ve paranın gücü her zamankinden daha fazla.
Durum böyle olunca sistemden kurtulmak isteyen çağımız insanı ancak evini arabasını satmakla kalacaktır. Ayrıca teknoloji çağının yarattığı iletişim çılgınlığı insanları her gün geri dönülemez bir sonuca doğru sürüklediği aşikardır. Her gün onlarca yeni şey görüyor, gördüklerimize özeniyor ve bize birer güç sembolü gibi gösterilen sayısız ürüne birer köle gibi bağlanıyoruz ve 21. yüzyılın icadı kariyerlerimizin ucunda hep daha fazlasını elde etme arzusu yatıyor. 
İnsan da dahil olmak üzere tüm canlılar mistik doğanın bir parçasıdır ve mutluluk doğaya yakın yaşamdadır belki de..
 Doğayı sevmekten, orada hem huzur hem heyecanla yaşama düşüncesinden vazgeçemeyiz. 
Into The Wild filminin açılışında ekranda akan Lord Byron’ın dizeleri pek çok şeyi açıklıyor gibi:

‘Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır; bomboş sahillerdeki coşkudadır; insan elinin değmediği bir yerdedir; derin denizlerin gürleyen müziğindedir; insanları az değil ama doğayı daha çok severim’





http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=693038