7 Mart 2016 Pazartesi

Büyükada





İlerlediğim patika yol, Büyükada’ya götürdü beni.
İki tarafı ağaçlıklı, işini bilen bir yazarın romanında, kelimelerinden dökülmüş gibiydi ada ilk gittiğimde. Gençlik yıllarımdı. Aşkı, özlemeyi, hayal etmeyi, düşlerde yaşamayı, dokunabilmeyi, gülümsemeyi hissettiğim yıllardı.

Vapurdan inince saat meydanından biraz daha ileride sol tarafta kalan bisikletçi vardı. Oradan bisiklet kiralanır, ada o şekilde gezilebilirdi. İsteyen faytona da biniyordu tabi. Benim ilk tercihim bisiklet olmuştu ve Rum bir kadının tatlı gülümsemesi ve şivesiyle ilk bisikletimi orada kiralamıştım. 
Bir adada yalnız kalmak o dönemlerde hiç olmazsa bir kere bile geçerdi insanın kafasından. Yalnız gitmiştim ama ada çok kalabalıktı. Vapurda oturacak yer yoktu, martılara simit atarak gelmiştik.
Piknik alanına giden yol boyunca faytonların tekerlek gıcırtısı, atların nal sesleri ve bisikletli insanların pedal sesinden başka ses yoktu. Çoğu kişi de yürümeyi seçmişti. Yol üzerindeki bir villanın bahçesinde gördüğüm Saint Bernard köpeğini sevmiştim. Heidi nerde diye sormuştum köpeğe, öyle bakmıştı yüzüme.

Adaya yapılan günübirlik gezilerle oranın keyfine varmanın orada yaşamakla alakası olmamalıydı. Küçük esnafı, Müslümanı Rumuyla, kedisi köpeğiyle birbirine kenetlenmiş ada halkı bunu anlayabilirdi.

Trafik, sıcak, kalabalık, gürültü arasından çıkıp da bir saate varmayan bir süre içinde yemyeşil bahçeli evlerin olduğu, begonyalı, mis kokulu, huzur dolu bir ortama varmak insanda garip etkiler yaratıyordu.

Bir müddet bisikletle dolaştıktan sonra yoldan biraz ayrılınca bisikleti bir ağaç kenarına bırakarak patika yoldan yürümeye başlamıştım. İşte burası orasıydı ve ben o gün orada kaybolmuştum.


Soğuktan buz kestiğim, karanlıktan önümü bile göremediğim şu anda içimdeki adayı yeşertiyorum burada. 
Büyükada durduk yerde insanın aklına düşüp de özlenebilecek bir yerdi ve şimdi benim hasretimdi. 

'Hangimiz Kendimiz' adlı romanımdan..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder