İlerlediğim patika yol, Büyükada’ya götürdü beni.
İki tarafı ağaçlıklı, işini bilen bir yazarın romanında, kelimelerinden
dökülmüş gibiydi ada ilk gittiğimde. Gençlik yıllarımdı. Aşkı, özlemeyi, hayal
etmeyi, düşlerde yaşamayı, dokunabilmeyi, gülümsemeyi hissettiğim yıllardı.
Vapurdan inince saat meydanından biraz daha ileride sol tarafta kalan
bisikletçi vardı. Oradan bisiklet kiralanır, ada o şekilde gezilebilirdi.
İsteyen faytona da biniyordu tabi. Benim ilk tercihim bisiklet olmuştu ve Rum
bir kadının tatlı gülümsemesi ve şivesiyle ilk bisikletimi orada kiralamıştım.
Bir adada yalnız kalmak o dönemlerde hiç olmazsa bir kere bile geçerdi insanın
kafasından. Yalnız gitmiştim ama ada çok kalabalıktı. Vapurda oturacak yer
yoktu, martılara simit atarak gelmiştik.
Piknik alanına giden yol boyunca faytonların tekerlek gıcırtısı, atların
nal sesleri ve bisikletli insanların pedal sesinden başka ses yoktu. Çoğu kişi
de yürümeyi seçmişti. Yol üzerindeki bir villanın bahçesinde gördüğüm Saint
Bernard köpeğini sevmiştim. Heidi nerde diye sormuştum köpeğe, öyle bakmıştı
yüzüme.
Adaya yapılan günübirlik gezilerle oranın keyfine varmanın orada
yaşamakla alakası olmamalıydı. Küçük esnafı, Müslümanı Rumuyla, kedisi
köpeğiyle birbirine kenetlenmiş ada halkı bunu anlayabilirdi.
Trafik, sıcak, kalabalık, gürültü arasından çıkıp da bir saate varmayan
bir süre içinde yemyeşil bahçeli evlerin olduğu, begonyalı, mis kokulu, huzur
dolu bir ortama varmak insanda garip etkiler yaratıyordu.
Bir müddet bisikletle dolaştıktan sonra yoldan biraz ayrılınca bisikleti
bir ağaç kenarına bırakarak patika yoldan yürümeye başlamıştım. İşte burası
orasıydı ve ben o gün orada kaybolmuştum.
Soğuktan buz kestiğim, karanlıktan önümü bile göremediğim şu anda
içimdeki adayı yeşertiyorum burada.
Büyükada durduk yerde insanın aklına düşüp
de özlenebilecek bir yerdi ve şimdi benim hasretimdi.
'Hangimiz Kendimiz' adlı romanımdan..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder