22 Nisan 2016 Cuma

23 Nisan'ı Anlamak



Pek de anlayamamışız demek, bu sene iptal edilmesini sessiz sakin kabul ettiğimize göre!

Elimiz elverdiğince, dilimiz döndüğünce anlatalım o halde, anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az misali.

23 Nisan 1920 yılında TBMM’nin açılmasıyla Türk milleti o gün padişahın bir nevi kulu olmaktan çıkıp kendinin efendisi olma yolunda ilk adımı atmıştır. Babadan oğula geçen saltanat dönemi kapanmıştır. Tahta verilen değer asıl sahibi olan Türk milletine iade edilmiştir. “Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” diyerek kurduğu Cumhuriyet’in halk eğemenliğine dayalı olduğunu belirtmiştir büyük Atatürk ve bu önemli günü çocuklara armağan etmiştir.

Çünkü bugünün çocukları yarının büyükleridir.

İşte bunun için bayramdır, meclis açıldığı için değil. Türk milleti özgürlüğe doğru kanat çırptığı içindir, kurtuluş mücadelesinde çocuklar da  dahil olmak üzere herkesin vatan uğruna cepheye ölmeye gittiği içindir.

Bu bayram iki folklör gösterisinden, şenlik yürüyüşünden, çocukların devlet büyüklerinin yerine geçmesinden ibaret değildir, neşe falan da dolmaz insan. Gururlanır sadece. Duygulanır, pare pare olur yürekler, minnet duyar egemenliği bize bahşeden Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına.

İşte bunu çekemiyorlar, birlik, beraberlik ruhunu. Öyle alıştılar ki bizi bölmeye, ötekileştirmeye, bu tür bayramlarda bir araya gelmemizden korkuyorlar, bir araya gelip de sesimizin çıkmasından çekiniyorlar. Çocuklardan, gençlerden ürküyorlar. 23 Nisan’ın kökeninde barınan derin hüznü bugünlere taşıyan onurdan uzaklaşmamızı istiyorlar.


Çocuklara kıymayın efendiler! Böyle yapmaya devam ettiğiniz sürece bugünün çocukları yarının büyükleri olduğu zaman size öyle bir kıyacaklar ki feleğinizi şaşacaksınız! 



8 Nisan 2016 Cuma

Hani Alışmıyorduk?




Memleket siyasi bir çalkantı içindeyken başka bir şey düşünemiyor, yazamıyor insan. Hikayesiz bir ahaliyiz ama herkesin bık bık edecek lafı var çok şükür!

Siyaset uzmanı değiliz, olayların iç yüzünü takip eden gazeteciler değiliz, ortalık yanıyor ve bizler ellerimizle su taşıyoruz. Durum sadece bundan ibaret!

Eskiden şaşırırdık, yok artık bunu da mı yaptılar, bu da mı oldu, bu kadarını da söyleyemezler diye.. Artık şaşırmıyoruz da! O kadar tanıdık geliyor ki yavaştan sallanıp duruluyoruz. Deprem, ilk vurduğu anda etkili oluyor, sonraki artçı sallantılar alıştırıyor kendine.

İnsanoğlu alışmaya ve unutmaya meyilli, yoksa bu kadar acıya dağlar taşlar dayanmaz. Her gün şehit haberleri geliyor, ‘trafik tıkandı İstanbul’da’ der gibi verilip geçiliyor. Ateş düştüğü yerde yakıp kavuruyor.

Bugün de günü kurtardık, çoluğumuza çocuğumuza tecavüz edilmedi, patlamada ölmedik, ortaya dökülen kimlik bilgilerimizle başımıza bir bela gelmedi, bir gözü dönmüş sevgilinin bıçak darbelerine maruz kalmadık, yolda yürürken başımıza saksı düşmedi, görüşümüzü belirttik diye tutuklanmadık, durakta beklerken otobüs çarpmadı derdindeyiz artık!

Ne acı değil mi?

Yüzsüzlük, utanmazlık, seviyesizlik, arsızlık, ahlaksızlık, yolsuzluk, hırsızlık alıp başını gitmişken biz hala bunlarla yaşamaya çalışıyoruz. Alışmamayı da bir direniş olarak görüyoruz. Yok öyle! Sana dokunmadıysa üç günde alışır insan, bunu uzmanlar söylüyor.

Ama hiçbir şey eskisi gibi değil, umutlarımızı, eğlencemizi, hayallerimizi, kahkalarımızı kaybettiğimiz gibi yavaş yavaş güzel olan her şeyi kaybetmeye başladık. Yüreğimizdeki öfkeye karşılık bastırılmanın utancını hangimiz duyuyor acaba?

Ben mesela yerin dibindeyim şuan, oradan yazıyorum. Utanmazların, AKlayanların, AKlananların adına yüzüm kızarıyor. Bu ülkede güzel şeyler olmaya başlamadıkça da buradan çıkmaya niyetim yok!


Neyse bir çay koyayım ve yazmaktan vazgeçmeyeyim daha. Memleket yanarken ellerimle su taşımak gibi bir misyonu yükleneyim en azından!