19 Temmuz 2014 Cumartesi

Solgun Ölümler

Kaldırımın kenarından yürüyorum, gecenin bir yarısı, saatime baktığımda tam 03.30 u gösteriyor. Konser gibi bir eğlenceden çıktığımı hatırlıyorum, ailemle birlikteydim ama onlar şuan yanımda değil, yalnız, başıboş yürüyor ve nereye gideceğimi de bilmiyorum. 

Hava sıcak, gecenin bu saatinde bile dal kıpırdamıyor, caddeler şenlikli, bu saatte dükkanlar açık, insanlar alışveriş etmeseler de bir yerden bir yere giderlerken vitrinlere bakıyorlar, kaldırım epey kalabalık, çoluk çocuk, genç yaşlı herkes sokaklarda..




Genç bir çocuk kemanıyla Quizas quizas quizas adlı Akdeniz ezgisini çalıp söylüyor, öyle huzurlu geliyor ki melodi ama gitarla çalınan bu şarkıyı neden kemanla çaldığına anlam veremiyorum.. Arada Türkçesini de söylüyor; ‘eğer dans etmek istersen, kırık kalpler sokağında’ diye gelip geçenlere yaklaşıyor. Cebimden çıkardığım üç dört adet bir liralığı uzatıyorum ve yol boyunca ilerliyorum, karşı tarafta bir benzinlik var, önünde oturmuş iki taş devri kılıklı adam da dileniyor. Görmezden geliyorum.
Daha ilerledikçe yokuş yukarı çıkmak zorunda kalıyorum, burada tenhalaşıyor sokak ve tuhaf şeyler hissediyorum sanki yolunda gitmeyen şeyler var gibi, tek tük kalan insanlar yüzüme bakıyorlar korkuyla. Ben ilerlemeye devam ettikçe o tarafa kimsenin gitmediğini fark ediyorum.
Arkamı dönüp baktığımda kalabalığın bir yerde toplanmış olduğunu görüyorum. Geçtiğim yolları tanımıyorum, daha önce oradan geçtiğimi hatırlamıyorum. Biraz daha ilerledikçe şehrin bir köyle birleştiğine şahit oluyorum. On- on beş hanesi olan ıssız bir köy, elektrik yok gibi, karanlık her taraf, birkaç gaz lambasıyla aydınlatılmış evlerin önünden geçiyorum, ahırları var, ineklerin seslerini duyuyorum ve gübre kokusu alıyorum.




O modern, karnaval havasındaki şehrin hemen dibinde böyle bir köyün olabilmesini anlamlandıramıyorum. Zaten baştan sona karmaşık her şey, sanki normalmiş gibi görünse de..

Ailem nerede bilmiyorum, neden onlardan ayrıldığımı da.. En son hangi anı yaşadım da şehrin sokaklarında yürümeye başladım hiç hatırlamıyorum. Başıma kötü şeyler gelecekmiş gibi hissediyorum.
İlerlemeye devam ettiğimde bir umumi tuvalet görüyorum, hemen içeri girip ihtiyacımı gidermek istiyorum. Sadece baylara ait ama etrafta kimse olmadığı için sakınca görmüyorum. Fakat girer girmez pisuvarın altında bir karaltıya rastlıyorum, etraf o kadar kötü kokuyor ki..
O da ne? Bir ceset!
Kimin nesi olduğuna bakmadan koşarak uzaklaşıyorum ama ölü olduğundan o kadar eminim ki!
O kokunun başka açıklaması olamaz!
Koştukça ayağım bir şeylere takılıyor, iyice panikliyorum, düşüyorum, bir cesedin üzerine düştüğümü sonradan fark ediyorum. Ve bir ceset daha.. bir daha.. Etraf cesetlerle dolu!
Savaş gibi, katliam gibi, korku filmi gibi..
Bu tarafa gelen herkes ölmüş ya da burada yaşayanlar.. Sağ çıkacağımı sanmıyorum, bacaklarımdan akan sıcak şey altıma kaçırdığımı söylüyor ve bu durumda bunun rüya olmadığını anlıyorum. Her şeyi hissediyorum!
Kendimi toparlayıp geldiğim yere yöneliyorum. Köyün içinden geçerken birkaç gaz lambası ışığı olan evin de karanlığa gömüldüğünü görüyorum. İneklerin sesini duyamıyorum, gübre kokusu ise yerini daha kötü bir kokuya bırakmış. Koşarak geçiyorum. Yokuşun başına geldiğimde ise caddedeki tüm kalabalığın olmadığını anlıyorum.
Herkes ölmüş!
Ben varım.. Yaşıyorum korkudan titreyen bir halde.. Ölümün yaklaştığını duyuyorum..
Kulağımda gümbürdeyen helikopter sesiyle irkiliyorum!
Ve alkış kıyamet..

 Off ne simülatördü o öyle.. Metallica konserinde ‘To Live is To Die’ parçasında –bir adam yalan söylediğinde dünyanın bir kısmını öldürüyordu-


2 yorum: