18 Aralık 2014 Perşembe

Renkli kalemlerim var benim, farklı farklı ama yazamadıkları hep aynı





İyi günler sevgili izleyiciler, evet bir bloga daha -zihnimdeki derinlikten yola çıkarak aktardığım hislerime tercüman olmaktan öte bla bla bla-  diye başlamadım çok şükür. Ondan kelli bir derin nefes alıp size de aynısını yapmanızı öneriyorum. 

'Herhangi bir şeyi kırmadan tamir edemezsiniz' diyor adı Wilbur olup da soyadını şu anda hatırlamadığım yaşlı bir amca. 
Tamir edilince asla ilk andaki gibi olmaz ama bunu deneyimlemek için de kırılması gerekiyor diyorum ben de..
(Bunu araya renk olsun diye serpiştirdim) 

Dünyada felaketler hüküm sürerken biz nelerle uğraşıyoruz değil mi? Eğer aklımızın bir yanını buna kapatmasaydık şimdiyi HAYAL gibi yaşıyor olmazdık. Hayal kelimesi burada aşırıya kaçmış olabilir. İçimizdeki vicdan azabını varsayarsak eğer.. 
Bazen o hayal ya da ilham bırakıverir bizi ihtiyacımız olan cümlelerin ortasına. Bu da gereklidir aslında..
Pencereyi açmazsak nasıl girecek bu yan yana dizeler, pür-i neşeler, gizli büyülü kelimelerin arasındaki sırlar, kör düğümler, tatlı esintiler..
Ve nasıl çıkacak kuruntular, paranoyalar, kötü kokular..
Her yaşanmayan şey biraz daha yitik, her yazılmayanın hiç olduğu gibi.. Her şeyi de yazmak gerekmiyor, dönüş yolu uzun olur çünkü. 
İnsan bazen kendi kendine konuşmalı, hatta insan kendi kendine konuşurken kendini dinlemeyip kendine dair başka şeyler düşünebilmeli ki ne kadar komplike bir yaratık olduğunun farkına varsın. 
Evet, dünyayı da ne kadar karmaşık hale getirdiğimizi anlasın! 


10 Aralık 2014 Çarşamba

Seriye bağlayan filmler

Bazen seri üretim yapmak şart olur. Devamını getirme arzusunun abartılı şekilde ortaya çıktığı da olur..
Emsalleri vardır ve sevilmiştir, öyleyse bu çarkın dönmesi gerekir.
Kitabı, albümü geçtim en güzel örnekleri de sinemadadır. 
Öyleyse başlayalım, oldukça karışık bir sırada ilk aklıma gelenleri aktarıcam.

Baba tabiki..


Otoriteye bak be!

Batman;


Bruce Wayne adı unutulur mu dersiniz? 

Süper kahramanlarla devam edelim o halde..

Süperman;


Peki ya Clark Kent? 

Örümcek Adam;


Örümcek olsa korkarız, bunu pek sevdik:)

Yüzüklerin Efendisi;


Fantastik


Yıldız Savaşları; 

 
Işın kılıcı, görsel efektleri, müziği, daha ne denebilir ki..


James Bond; 


I m Bond, James Bond:)



Geleceğe Dönüş; 


En sevdiğim ikili:) 

Rocky;


Efsane:)


Matrix;


Ezberbozdu


Hayalet Avcıları;


Çok eğlendik onlarla


Testere;


I wanna play a game diyerek kanımızı dondurdu..

Karayip Korsanları;


Korsanın da bir karizması olacağını gösterdi  Kaptan Jack Sparrow:)

Terminatör ile Hastalavista baby dedik, Uzay Yolu ile ışınlandık, Kuzuların Sessizliği ile Hannibal'ın zekasının derinliklerine indik, Rambo ile bir insanın nasıl koca bir ordu gibi davrandığını izledik, Zor Ölüm'le aksiyonun dibine vurduk, Polis Akademisi serisi ile polislerin komik anlarına ortak olduk, güldük, eğlendik.
İyi ki de seriye bağlamışlar..

2 Aralık 2014 Salı

Eyy akıl, ordaysan ses ver !



Düşünceler pek uysal değiller, sanırım bu normal kabul ediliyor! Ele geçirileceklerini anladıklarında saklanıyorlar gizli köşelere.Kendini koruma içgüdüsü olabilir. Biz o uysal olmayan düşüncelerimizi geriye iterken bir başkasının düşüncelerini merak ediyoruz. 
Bundan yorulan vardır mutlaka, çaba gerektiriyor çünkü. Hem kendi düşüncelerinin üzerini ört hem de karşındakinin ne düşündüğünü öğrenmeye çalış. Bir havuz problemi çözmek daha hayırlı olabilir kanımca.. 

Çok üzerinde durmamak lazım akıl sağlığımız için, bizim de bir nehrin akışı, güneşin batışı, ilkbaharda doğanın canlanması gibi doğal bir vaka olduğumuzu unutmamak gerekir. Düşünebilen, üreyebilen varlıklarız ve bizim için hayat aslında fazlasıyla basitken karıştıran yine bizleriz. 

Milyonlarca yıldan beri süregelen yaşamda kendi yaşamlarımız onlarca yıldan ibaret. Hikayemiz fark yaratmayacak, nesilden nesile aktarılmayacak, adımız unutulacak, genel bir yaşam boyutundan söz edilecek.
Bunu bilmek bazen dokunuyor insana, ne için yaşadığımız önemsiz kalıyor. 
Ama sonra da  düşünüyorsun ki bir çocuğun gülümsemesi var yanıbaşında, umut var özellikle.. 
Yarından umudu kesmiş olmakla yaşamamak arasında ne fark var ki! 
Buradaki ince çizgi de önemli tabi.. Umut ederek beklenmez hayat. Başka hayat mı yok, başka insan, başka iş, başka sevgili, başka şehir mi yok! Olmadı mı zorlamıcaksın ama pes de etmiceksin..
O ilk notayı duyduğunda şarkının içinde hissetmiyorsan kendini başka şarkıların peşine düşeceksin..
Ve mümkünse kafanın derinliklerinden uzak duracaksın, hiçbir şey fazla kurcalamaya gelmiyor..
Yazının içinden çıkamıcam gibi hissediyorum.
İyisi mi Tom Waits dinleyelim..










27 Kasım 2014 Perşembe

Sancı ile gelen ilham ancak böyle düşer yazıya



Kafamızın içinde barındırdığımız sakıncalı ve bir o kadar hastalıklı düşüncelere karşı geliştirdiğimiz otokontrol sistemi ahanda bu bloglar sayesinde fışkırır oldu son yıllarda. Bu tarz siteler ve sosyal medya insanların kusmuklarıyla dolu. Ne kadar ekşimiş ve kirli bilgiler varsa bir bir dökülüyor beyaz sayfalara, dolayısıyla okuyucuya sunuluyor. 
Öyle fantastik insanlar olduğumuzu düşünüyoruz ki! Burnumuzdan kıl aldırmamamız hep bu yüzden. Halbuki biliyoruz ki sıradan olmanın sıkıcılığı var üzerimizde. 
İnsan, kırılgan bir hadise oysa ki..

Sana en yakın yüzün aynadaki suretin olduğunu ve bir anlam ifade etmediğini anladığında üzerinde oluşan ağırlık paha biçilemez oluyor. Kendini taklit ederek vardığın nokta ise kendini tekrar etmekten öteye gitmiyor. Kocaman bir boşluğu dolduramayacak acizlikle zaman gelip geçiyor. 
Her yaşam aslında yaşanmamışlıktan ibaret, bunları yazarken yazamadıklarım olduğu gibi..

Neyse ne.. Sallamak gerekiyor bazen..Melankoliye davetiye çıkarmaya gerek yok. Hani bu ne menem bir şeymiş diye merak ederek üzerine gitmek çelişkili oluyor çoğu zaman, zira o ne menemse öyle kalacak, sen yorulacaksın.
Bu garip döngünün içinde olmak zorunda değiliz. Hafife almanın dayanılmaz hafifliği gibi bir seçeneğimiz de var. Var ki nefes alış verişlerimiz yorgun olmasın! Üzerimizdeki ağırlığı taşıyıp durmayalım..
Kusalım!
Nereye istersek..
Kimsenin üzerine olmadığı sürece yapabiliriz bunu..

(Siz yine de her denileni yapmayın)



3 Kasım 2014 Pazartesi

Konuyla alakalı bir başlık bulayım dedim, onu da bulamadım!






Şimdi kendimle konuştum, salak salak konuşma dedi. Ben de kendime küstüm. 
Bu yazıyı ben yazıyor olabilirim, olmayadabilirim, bu sıralar hacklenmek moda ama kim uğraşıcak allasen.. 
Girizgahtan da anlaşılacağı üzere pek de normal olmayan bir yazıya düştük beraber.
Madem bir aklımız, beynimiz var kullanalım onu değil mi? 
Sahi biz neden onda birlik kısmını kullanıyormuşuz ki? Diğer onda dokuzluk kısmı ne işe yarıyormuş? 
Bunu Luc Besson 'Lucy' adlı filmde dile getiriyor ama onun da kafası karışıkmış çekerken, yüzde onluk kısmı zorlayacağım diye olmuş olanlar..




Düşünsenize kullandığımız kısımla neler yapabildiğimizi? Diferansiyel denklemlerden entrikalar çevirmeye, sekiz-on yabancı dil bilmekten patlıcandan reçel yapmaya, bir çamuru alıp muhteşem bir sanat eserine dönüştürmekten eski sevgilinin telefon numarasını aklında tutmaya kadar pek çok şey..
Peki tüm bunları yapabilitemiz varken bazı insanlar neden bu kadar embesil! 
Neden şiddetin bin bir türlü yolunu buluyor her geçen gün! 
Neden bahşedileni kötüye kullanmayı deniyor? 
Bunları düşününce, iki kelam edince de beyinde sızıntı var deniyor! 
Bilemedim ben, bitiremedim yazıyı da..
Neyse hacklenmişim der geçerim.



18 Eylül 2014 Perşembe

Yeni Nesil Kahramanlar


3 günlük ömrümüzde bir baltaya sap olamadan ölüp gidicez valla.. 
Böyle miskin miskin otururken köşemizde kara bahtımız kör talihimiz değişecek mi, kendimizi bir kahramanlık pozisyonunda bulabilecek miyiz acaba? 

Halbuki elin oğlu öyle mi! 

Hadi bir yolculuğa çıkalım elin oğluna.. 

Hep söylerim, bu eskiden romantik komedi bebesiydi, ne ara halkın kahramanı oluverdi, milletin böğründen kopup gelen aşka sahip oldu..True Detective dizisinde canlandırdığı polis karakteriyle içimize dışımıza işledi..
Ne ara ha! 







Bu insan-vampir savaşlarını çok seviyoruz.. Kahramanımız Ephraim salgın hastalıklarla uğraşan bir doktor zira vampirleri kabul etmesi pek kolay olmadı, dizi yarıya geldiğinde hala virüs olarak görüyordu! 
Şimdilerde biraz hareketlenen dizide pabucumun kahramanı Eph in neler yapacağı merak uyandırıyor bakalım..




İşte benim kahramanım.. Yıllardır bir bedene konuşlandıramadığım Sherlock karakterine cuk oturmuş,tarzıyla, zekasıyla diziyi alıp götürüyor Benedict kardeşimiz..




Oscarlık oyuncu ablamızın rol aldığı Extant adlı dizide uzaydan getirdiği bebek sanılan yaratığın peşinde maceralara atılmasını 'ne çocuk meraklısı ablaymış' olarak yorumlamak gerekir sanırım.. 
Vasat kahramanlardan biri..Bitse de gitsek artık..




Kötüden kahraman olur mu? 
Olmaz mı yahu..
Da Vinci Demons adlı dizide her ne kadar Da Vinci üzerinde yoğunlaşılsa da dizide tek kahraman var: Kont Riario 
Gözlükleri Roma'dan Allah korusun Papa'dan..:) 




Dr. Henry Morgan daha yeni giriyor hayatımıza, ilk bölümüyle de epey kalacağa benziyor. Ölümsüzlüğün formülünü öğreniriz belki kendisinden! 
Gideri var ;) 





Büyülü bir dünya tabi.. Beyazperde ve ekran kahramanlar yaratır, böyle gelmiş böyle gidecektir. Ama etrafımıza bir baktığımızda ne kadar gizli kahramanımız varmış göreceksiniz. 
Mahallede sokak köpeklerine yiyecek veren kadın gibi
Yağmurlu bir günde trafiğin yoğun saatinde taksisine alan şoför gibi
İletişimsizliğin tavan yaptığı şu dönemde sabahları gülümseyerek 'günaydın' diyen komşu gibi
Çöp kovalarını karıştıran geri dönüşümcü abiler gibi
Teşhisi 'ölmeyeceksin' diye koyan doktor gibi
Olmadık zamanda maaşına zam yapan patron gibi
Bulaşık makinesindeki arızayı gideren usta gibi
Gibi..gibi..gibi
Yazarlar, yönetmenler, çizerler 'sonunda kahramanı öldürdüm' diye bik bik yapmasınlar..
Kahramanlar ölmez! 




10 Eylül 2014 Çarşamba

İnsanlar, hayatlar, rivayetler



- Hadi Mahir Abi, kaldır şu tahtayı koyalım üzerine..
- Güzel oldu değil mi hanımım?
- Güzel olacak tabi, ama çitlerin boyanması da gerek Mahir Abi;
- Boyarız hanımım.. da işte boya falan almalıyız, bir sürü masraf ediyoruz zaten!
- Dur bakalım, evi satmadan nasıl hallederiz ben de bilmiyorum.

Gözleri uzaklara dalıp gitmişken, evi hatta çiftliğin yarısını satmanın, bir ortakla işlerin yoluna gireceği yolundaki söylediklerini duymuyordu bile Mahir Efendinin.
Elinin tersiyle yüzüne inen saçını alnından çektikten sonra Mahir Usta’ya ‘eyvallah’ diyerek eve doğru yürüdü Şebnem.
Korkusuzluğuna rağmen bunalmış edasıyla ilerlerken, adım atmaya kalmayan mecaliyle baktı verandaya. Belki de çocukluğuna..

Üç-beş basamaklı tahta merdivenlerden çıkarak verandada bulunan ahşap sandalyeye oturdu. Gıcırtı sesi hoşuna gitti, üç kuruşluk dertleri hayatından çıkaracağına dair söz verdi kendine. Ama yaşamın gerçekliği, yüzüne inen ıslaklıkla belirtti kendini!
Bir verandayla ayrılan bu iki ev saklıyordu her şeyi.. Anılar, düşler, hisler buralarda bir yerde dururken, kapıyı çekip gitmek haksızlık gibiydi.

Evlerden biri daha eski, ahşap ve üç katlıydı. Zemin kat sığınak misali, üzerindeki iki kat ise oturulmaya müsaitti ama yıllardan beri boştu. Diğer ev ise iki katlı, alt kat kiler ve ambar görevi görüyordu, üst kat dayalı döşeli, daha yeni daha özenli eşyalar yerleştirilmişti.
Arada bulunan verandadan iki eve geçiş yapılabiliyordu, aynı zamanda evlerin kendi kapıları da vardı ayrı ayrı.

Şebnem’in küçüklüğü burada geçmişti. Babaannesinden kalan bu çiftlik evlerinden birinde halası iki oğluyla beraber kalırken diğerinde ailesiyle Şebnem yaşıyordu.
Aile evet, vardı bir zamanlar öyle bir kavram. Şimdilerde pek hatırlayamadığı!
Mahir Efendi ise küçüklüğünden beri çiftliğin bakımı ve işlerini üstleniyordu emektar karısıyla beraber. Onlar birkaç kilometre ilerideki kasabada yaşıyorlar, her gün gidip geliyorlardı.

Şebnem, üniversite okumak için evden ayrılıp büyük şehre gittiği yıllarda çok korkunç bir olay gelmişti ailesinin başına. Kimliği hala belirlenemeyen şahıs pompalı tüfekle çiftliğe dalmış, eve girerek ailenin tüm fertlerini öldürmüştü. Halası, kuzenleri, anne ve babasının başına gelenler Şebnem’im birkaç sene kendine gelememesine ve içinden çıkamadığı bir hezeyana kapılıp gitmesine sebep olmuştu. Tek varis olarak bütün çiftliğe ve iki eve sahip olması ise acısını ikiye katlayarak yıllarca çiftliğe gitmemesiyle sonuçlanmıştı. Üniversiteyi bitirdikten sonra işe girmiş, büyük şehirde kaybolmaya başlamıştı.
Mahir Efendi, çiftliğe sahip çıkmıştı. Toprakları ekiyor, hayvanlara bakıyordu. Elde ettiği gelirden kendi payına düşeni aldıktan sonrasını Şebnem’e gönderiyordu. İlk zamanlarda oldukça hatırı sayılır olan para yıllar geçtikçe düşmeye başlamıştı.
Şebnem ise hazır paranın verdiği şımarıklıkla har vurup harman savuruyordu. Gelen parayı olduğu gibi harcıyordu. Maaşı ise ancak ev kirasına yetiyordu. Bir müddet sonra işi de bıraktı.
Mahir Efendinin gönderdiği para epey azalmıştı. Toprakların eskisi gibi verim vermediğinden, hayvanların salgın hastalıkla mücadele ettiğinden, vergilerin, harçların fazlalığından, ekinlerin satışının az olduğundan, işlere kendisinin yetişemediğinden, karısının hastalığından dolayı sürekli hastaneye şehre gidip gelmek zorunda olduğundan dem vurarak hayıflanıyordu Mahir Efendi. Şebnem’i çiftliğe çağırıyor, eğer gelmezse kendisinin de çekip gideceğini söylüyordu.
Şebnem, ailesinin mezarı olan çiftliğe gidemezdi. Buna hazır değildi. Mahir Efendiye çiftliği ve evleri satışa çıkarmasını söyledi. Emektar adam ilanları verdikten sonra çiftliğin kapısına zinciri vurup ayrıldı oradan.
Çiftliğe talip olanlar Şebnem’le iletişime geçmişlerdi. Fakat çiftlik ve evler kapı duvar olduğu için göremiyorlardı. Bu durumda gelenlere göstermek için birkaç haftalığına bile olsa tüm cesaretini toplayıp çiftliğe gitmişti Şebnem.
Yıllar sonra oraya gitmek farklı duygulara yol açmıştı.
Tahmin ettiğinin aksine içini huzur kaplayan bir şeyler oldu. Kuzenleriyle ağaçlardan meyve toplamaları, hayvanların peşinden gitmeleri, süt sağmaları, verandadan iki ev arasında mekik dokumaları gözünün önüne geldi. Çocukluğu buralardaydı. Hiç kaybolmamıştı ve hep burada kalacaktı.
Anılarına sahip çıkmaya karar verdi Şebnem.

Çiftliği almak için gelenlere yol verdi. İlanları kaldırttı. Artık kendisi kalacaktı ve her şeyi yoluna koyacaktı. Garip hislerinin içinde bir yerde ise ailesinin intikamı yatıyordu.

Mahir Efendinin sesiyle doğruldu oturduğu ahşap sandalyeden;
- Ben gidiyorum hanımım, yok dimi benlik bir şey?
- Yok yok, sabah erken gel ama..
- Gelirim tabi ama sen böyle dut yemiş bülbül gibi düşünüp duracağına şu adamın talebini düşün derim, baya iyi fiyat veriyor, burayı tek başına doğrultamazsın, bir ortak şart!
- Dur bakalım Mahir Abi, yarın etraflıca konuşuruz bunu, hadi git şimdi sen
- Sağlıcakla kal hanımım, görüşürüz

Derin bir sessizliğe bürünmüştü çiftlik, akşam da olmak üzereydi. Eve girdi, geldiğinden beri iki evi de derleyip toparlıyor, kendine iş çıkarıyordu. Epeyce yorulmuştu, uykusuz geceleri ve biraz uyuduğunda gördüğü kabusları yüzünden de oldukça yıpranmıştı.
Anne ve babasının yattığı odaya doğru yöneldi, pirinç başlıklı karyolanın üzerine oturarak hayallere daldı. Yatağa ne zaman uzandı, ne zaman uyuyakaldı hatırlamıyordu. Gözünü açtığında sabah olmuş günlerdir ilk kez bu kadar huzurla uyumuştu.
Perdeyi aralayıp baktığında Mahir Efendi çoktan işe koyulmuştu bile. Hayvanları otlatmaya çıkarmış ahıra götürmeye çalışıyordu. Yüzünü yıkayıp aceleyle çıktı Şebnem. Ahıra girip süt sağmaya başladı, çocukken yaptığı gibi. Çok geçmeden mandıra sahibi sütleri teslim almak için geldi. Mahir efendinin kümesten topladığı yumurtaları da mandıracıya verdiler. Ellerine geçen parayla boya almak için kasabanın yolunu tuttu Şebnem.
Döndükten sonra bir gün önce onardıkları çitleri boyamaya başladılar.
- Hanımım kendini yıpratıyorsun, aldığımız iki kilo süt, beş yumurtayla bu çiftlik dönmez, arayıp duruyor adam, çağıralım da bi konuşuverin, ha ne dersin?
- Kimmiş, neyin nesiymiş, öyle hemen ortak etmek kolay mı be Mahir Abi, dedi Şebnem.
- Eskiden buralarda otururmuş, iyi biliyor bu işleri, güven verdi bana, bak ben yaşlandım artık, hanım hasta gelemiyor, borç da çok, nasıl ederiz, gözünü seveyim kaçırma bu fırsatı..
- Tamam Mahir Abi, haber sal da gelsin, anlaşırsak veririz napalım!

Mahir Efendi yemeden içmeden hemen aramış çiftliğe gelip görmesini söylemişti alıcıya. Şebnem hesap kitapla uğraşıyor işin içinden çıkamıyordu. Akşam olduğunda ne pahasına olursa olsun çiftliğin yarısını satmaya karar vermişti. Gözleri kapanmaya başladığında ise yattığı yer yine anne ve babasının yatağıydı ve yine deliksiz uyumuştu.

Ertesi sabah, Mahir Efendi alacaklı gibi çalıyordu kapıyı:
- Hanımım.. Alıcı geliyor birkaç saate, aradım, hemen gelirim dedi.
- Gelsin bakalım Mahir Abi, ben de karar verdim satmaya zaten, başka çıkış yolu bulamadım.
- Doğru kararı vermişsin hanımım, hadi şimdiden hayırlı olsun.
- Dur yahu, şartlarım şurtlarım var, bakalım anlaşacak mıyız, demiş ve derin düşüncelere dalmıştı Şebnem.

Mahir Efendi ve genç kadın kahvaltılarını yapana kadarki geçen sürenin sonunda büyük bir jeep yanaşmıştı çiftliğin önüne, içinden inen adamı çiftliğin köpeği karşıladı havlayarak. Mahir Efendi koşarak köpeği tuttu ve ‘Hoş geldin beyim’ dedi. Yol göstererek eve çıkarttı.
Bu arada Şebnem üzerine daha düzgün bir şeyler geçirmek üzere odaya geçmişti. Mahir Efendi adama çay ikram ettiği sırada yanlarına geldi ve elini uzatıp adını söyleyerek ‘ Hoş geldiniz’ dedi.
Alıcı, oturduğu yerden kalkıp, Şebnem’in uzattığı eli tutarak ‘ Özgür Korkmaz ben, memnun oldum Şebnem Hanım’ dedi.
Görüşmenin ilk yarım saatinde oradan buradan çiftlikten ve kendileri hakkındaki tanıtımlardan sonra Mahir Efendi ayrılmıştı yanlarından. O gittikten sonra Özgür’ün açtığı konuyla gözleri dolmuştu Şebnem’in.
- Ailenizin başına gelenleri duydum, başınız sağ olsun, ne kadar trajik!
- Teşekkürler, diyerek kestirip atmıştı Şebnem.
- Kimin yaptığı konusunda bir gelişme yok değil mi?
- Maalesef, diyerek başını öne eğdi Şebnem.
- Ne büyük tesadüf olay anında sizin olmamanız, yoksa şimdi burada olmazdık, deyince de;
- Şimdi bunları konuşacak durumda olduğumu sanmıyorum Özgür Bey, işimize bakalım biz, diyerek sinirlendiğini ses tonuna yansıtmıştı.
- Ahh peki, özür dilerim, gerçekten sıkıcı bir durum, anlayabilmek bile çok zor.
- Neyse kapattık zaten, Mahir Efendi çiftlik hakkında pek çok şeyi söylemiş size, diyerek konuyu hemen değiştirdi Şebnem.
- Aslında ben hepsini satın almak için başvurmuştum. Sonradan satılmayacağını öğrendim. Ama ne yalan söyleyeyim burada beni çeken bir şeyler oldu, kopamadım. Mahir efendiyi sürekli rahatsız ettim, hiç olmazsa bir kısmını satın alabilmek için. Ki zaten siz de tek başınıza kalmışsınız, bir bayan için bu işlerle uğraşmak meşakkatli, üstelik büyük şehirde okuyup çalışıp da sonra çiftlik işleri falan cidden kolay olmamalı, diye konuşuyordu Özgür.
- Mesele o değil, ben alışkınım, çocukluğum burada geçti, zamanında pek çok şeyi öğrendim, elbet insan şehrin büyüsüne ve rahatlığına kaptırıyor kendini, buralara dönmek istemiyor ama benim dönmek istememenin nedenini tahmin ediyorsunuzdur.  Uzun yıllar gelemedim o olaydan sonra ve satmak akıllıca geldi fakat bir cesaretle kendimi burada bulduğumda bundan sonraki yaşantımdaki enerjimi tamamen buraya vereceğimin farkına vardım, diye susturdu onu Şebnem ve devam etti:
- Yokluğumda Mahir Efendi idare etti burayı, kendisi yıllardır bize hizmet eder, tek başına ancak bu kadar yetişebildi. Hayvanların çoğu hastalıktan öldü, topraktan verim alınamadı. Hükümetin tarım politikaları da işimize epey sekte vurdu. Öncelikle burada çiftliğin başında olacağız, burayı canlandıracağız, eskiden olduğu gibi yaşanacak bir yer haline getireceğiz, yüreğim el vermiyor burayı bir başkasına ortak etmek. Bu sebepten bazı şartlarım olacak, bunları sağlamazsanız sahip olduğum borçlara rağmen satmaktan vazgeçebilirim.
- Yani hem borçluyum hem dimdik ayaktayım misali şart koşuyorsunuz öyle mi, diyerek ukalalık ediyordu Özgür. Kulak arkası yaptı Şebnem;
- Öncelikle Mahir Efendi ve karısı ölene kadar bizimle olacaklar, her türlü masraflarını ve bakımlarını bu çiftlikten elde edilen gelirle karşılayacağız. Ayrı olarak çalışan almak istersen bunu aldığın hisse payından kazandığınla karşılayabilirsin. Şimdilik ben böyle bir şey yapmayacağım. Pek çok şeyi kendim yapıyorum. Kesinlikle %49dan fazlasını almayacaksın! Diğer şartları da maddeler halinde yazdım, okuyabilirsin, bu arada ben kahve yapayım, sizinki nasıl olsun, diyerek ayağa kalktı Şebnem, Özgür’ün önüne sayfalar halinde kağıt uzatarak..
- Orta, dedi Özgür ve okumaya koyuldu.

Şebnem’in tüm şartlarını kabul etmişti kahvesini içerken, üstelik okumadığı pek çok madde vardı!
Sadece ev konusunda uzun tartışmalar yaşadılar, Şebnem’in ailesiyle kaldığı evi istiyordu Özgür, zira parsel olarak ayırdıklarında orası Özgür’e düşüyordu. Bunu da Şebnem kabul etti ve prosedürler için kasabaya doğru yol aldılar.

 1 ay sonra

Çiftlikte işlerin bu kadar hızla ilerleyeceğini tahmin etmemişti Şebnem. Resmi işlemler bittikten sonra çiftliğe taşınmak için yaptığı hazırlıklar devam ediyordu Özgür’ün. Öncelikle eve ustalar getirtmiş, içinde ve dışında tamiratlar yaptırıyordu, eşyalar değişiyor, mutfak, banyo onarılıyordu.
Şebnem ise aldığı paranın bir kısmıyla borçlarını kapatmış, bir kısmını da bankaya yatırmıştı. Özgür’ün çiftlikte radikal kararlar alması kafasını biraz meşgul etse de düşündükçe mantıklı geliyordu. Hayvancılığa yönelmek, toprakları bir yıl dinlendirip arpa buğday yerine sebze işine girmek istiyordu Özgür. Seraların maliyeti yüksek olacaktı ama önlerinde koca bir sene vardı. Bunu da hayvancılıktan elde ettikleri gelirle yapacaklardı. Tarım ve iş makineleri yenilecekti.
Bu arada Şebnem de halasının kaldığı evi elden geçiriyor, eşyalarını oraya taşıyordu. 3 katlı olan evin alt katı zaten kullanılmıyordu, ikinci katı için de Mahir Efendiye oraya taşınmaları için teklif etti:
- Olur mu öyle şey hanımım, sen rahat edemezsin
- Merdiveni bir kapıyla kapatırız, ayrı iki daire gibi olur Mahir Abi, git gel çok yoruluyorsun zaten, burada hanımın da gözünün önünde olur, aklın kalmaz, neden olmasın, bak kalabalıklaşıyoruz çiftlikte, eski günlerdeki gibi, hiç düşünme, bir haftaya kalmaz onarırız, boyarız, taşırız eşyanı..

Mahir Efendi sevinerek karısına haber vermişti. Çiftlikte büyük bir hareketlenme vardı artık, kasabada dedikodu kazanları çalkalanıyordu. Özgür pek çok şeyi tereyağından kıl çeker gibi hallediyordu. Sözü dinlenilen, saygı duyulan biriydi ama düşmanlarına da büyük bir korku salıyordu. Soylu ailesinin çiftliği ile ortaklığı o bölgedeki diğer köy ağalarını endişelendiriyordu.

Şebnem ise kendisine yeni yaşam alanı oluşturmaya çalışıyordu. Sürgülü cam kapıdan verandaya ve oradan diğer eve geçilen kapı hiç kilitli olmamıştı şimdiye kadar ama bundan sonra kilit takmak gerekebilirdi. Özgür’ün evinde ustalar işlerini tamamlayıp gittiklerinde kontrol etmek için eve girmişti Şebnem, her şeyin değiştiğini görebiliyordu fakat anne ve babasının odasına dokunulmamıştı. Oradaki tüm eşyalar yerli yerinde duruyordu. Bu durumu fazla sorgulamadan yatağa uzandı ve gözlerini kapadı, yine uyumuştu.
Ertesi gün, Özgür çiftliğe taşınmıştı artık. Akşam olduğunda evlerin ışıkları yanıyor, oradaki hayat belirtisi tüm komşu çiftliklerden görülebiliyordu.
Sabahları verandada kahve içilerek başlayan gün, durmadan çalışılarak akşamı buluyordu. Şebnem’in yorgunluğu uykusuzluğuna çare olmuyordu. Gece boyunca evin tüm odalarında uyuyabilmeyi deniyor, sabaha karşı mutfak sandalyesinin üzerinde sızıp kalıyordu.

Ahırı genişletmişler, yeni hayvanlar almışlar, süt sağma makineleri ile epey verim elde ediyorlardı. Özgür, çiftliğe yeni bir adam getirmiş, evinin alt katında bir odaya yerleştirmiş, eline de bir tüfek vermişti. Gece uyumuyor, çiftliğe göz kulak oluyordu. Bu Şebnem’e biraz garip gelmişti:

- Ne gerek var ki korumaya, diye çıkışarak söylendi.
- Bunu sen mi söylüyorsun, dedi Özgür
Neden ki?
- Korkmuyor musun, ailenin başına gelenler! Ya tekrar.. burada.., diye kekeleyerek sustu Özgür.
‘Haklısın’ diyerek yanından ayrıldı Şebnem. Şimdiye kadar aklına bile getirmemişti böyle bir şeyi ama bir anda içini kurtlar kemirmeye başladı. Eve çıkarak kendini içki şişesinde balık olarak buldu ve sızdı. Artık uyumanın yolunu bulmuştu.

3 ay sonra

- Hanımım uyan.. uyan!!
Şebnem, sesler duyuyor fakat yerinden doğrulup da kalkamıyordu. Mahir Efendi kapıya hızla vuruyor, uyanmasını söylüyordu. Son zamanlarda hemen her akşam yaptığı gibi şişenin dibini görmüş ve öylece uyuyup kalmıştı. Güçlükle kalktı, kapıyı açtığında;
- Hemen gelmelisiniz hanımım..
Ne oldu nedir bu telaşın, diye sordu Şebnem.
- Ahırlarda yangın çıkmış, söndürmeye çalışıyorlar, hayvanları çıkarmamız lazım, çabuk olun!

İlk şoku atlattıktan sonra hemen üzerine bir şey geçirip ahırlara doğru koştu Şebnem. Özgür ve adamı yangın söndürücülerle müdahale ediyorlar, Mahir Efendi ise hayvanları çıkarmaya çalışıyordu. İtfaiyeye haber verdiniz mi, diye sordu Özgür’e. ‘Evet ama onlar gelene kadar duramazdık’ dedi Özgür.
Telaşla Mahir Efendinin arkasından gitti. Arka kapılardan hayvanların tahliyesini yapıyorlardı. Dumanlar hızla yayılıyordu. Kısa süre içinde itfaiyenin siren sesi duyuldu. Ekipler hızla hortumlarla yangına su tutmaya başladılar. Hayvanların birçoğu bahçeye çıkarılmıştı ama içeride hareket edemeyen yavrular vardı. Şebnem onlar için bir kez daha ahıra dalacakken Özgür kolundan tuttu ve

- Giremezsin, duman çok fazla, dedi.
- Yavrular var, çıkarmamız lazım
- Dumandan etkilenmişlerdir, yapacak bir şey olduğunu sanmıyorum.
- Mutlaka vardır, diyerek içeri girdi Şebnem.

Özgür de arkasından koştu. Kuzuları kucaklarına alıp çıkarmaya başladılar. Yangın söndürülmüş dumanı etrafa yayılıyordu. Öksürerek dışarı çıktılar ve bir kez daha ahıra girip kalan yavruları çıkardılar. Her şey sona erdiğinde yarısından fazlası yanan bir ahır ve ne yazık ki ölen hayvanlar kalmıştı ellerinde.
Şebnem ağlayarak çökmüştü bir ağaç altına. Özgür yanına geldi.

Ne diyorsun, sence kundaklama mı? diye sordu Şebnem.
- Büyük ihtimalle öyle ama yarın daha ayrıntılı bilebiliriz bunu, dedi Özgür.
- Neden ama? Bekçi vardı, bir şey görmemiş mi, diye ağlamaklı konuşuyordu Şebnem.
- O sadece evleri koruyordu. Koskoca arazi, arkadan gelinmiş olmalı..
- Peki ne yapıcaz, Tanrım ne büyük felaket!
- Kalk bakalım, koy vermek yok öyle, yarın olsun daha etraflıca konuşuruz ama eğer kundaklama olduğu kesinleşirse korumayı artırmamız gerekebilir, bir adam da arazi için alırız. Işıklandırmayı artırırız, sigorta zararı karşılar merak etme, diye telkin etti Özgür.

Sabaha kadar uyumamışlardı, ertesi gün ölen hayvanları gömdüler ve ekiplerin incelemeleri sonucunda kundaklama olduğu kesinleşti.
İlerleyen günlerde ahırı onarttılar, yeniden hayvan aldılar, bahçeler ve ahırlar için bekçi tuttular, ona küçük bir baraka ev yaptırdılar ama kimin neden yaptığı konusundaki soru işaretlerini akıllarından çıkaramadılar!
Gerek Özgür’ün kuruntuları gerek başlarına gelen yangın olayından sonra Şebnem’in uykuları iyice kaçmıştı. Gecelerce uyuyamadığı oluyor, herhangi bir şey olur korkusuyla da ayık kalmak istiyordu. Son zamanlarda Özgür kasabaya sık sık gidiyor ve bazı geceler de orada kalıyordu.
Yine uyuyamadığı bir akşam verandaya çıktı Şebnem, yıldızları izlemeye koyuldu. Özgür evde olmadığından diğer ev karanlıktı, kapısını ittiğinde açıldı, ’kilit taktırmamış’ diye düşündü, eve girdi, anne ve babasının odasına ilerledi ve yatağa uzandı. Yine içini büyük bir huzur kapladı ve orada uyuyakaldı.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandığında hemen toparlanıp yatağı düzeltip verandadan kendi evine geçti. Bunu alışkanlık haline getirmişti, Özgür’ün evde olmadığı akşamlarda oraya geçiyor ve uyuyordu, sabah o gelmeden kalkıyordu.

Aylar geçtikçe çiftlikte düzen kurulmaya başlamıştı. Araziye ve ahırlara bakan bekçiye iki eğitimli köpek alınmıştı. Çiftliğin emektar köpeği ise kapıda duruyor ve gelene geçene havlamaktan başka işe yaramıyordu.
Mahir Efendinin karısı kendini iyi hissettiği günlerde tüm çalışanlara yemek çıkarıyordu. Şebnem de kendine bir arazi arabası satın almış, çiftliğin ihtiyaçlarını onunla kasabadan taşıyordu.
Hesap işlerine Özgür’le beraber bakıyorlardı. Felsefe öğrenimi görmesine rağmen kafası fena halde matematiğe yatkındı Şebnem’in. En ufak bir hesabı gözünden kaçırmıyor, kimsenin hakkını bırakmıyordu.

Özgür’ün kasabada olduğu bir akşam uyumak için onun evine geçti. Tam uyumak üzereyken bir ses duydu, anahtar sesi! Eve giriyor olmalıydı, neden geri gelmişti acaba? Köpek ona havlamıyordu artık.
Ne yapacağını şaşırdı Şebnem, toparlanıp çıksa koridorda yakalanırdı, kapıyı kapatmak için kalksa dikkat çekerdi, ayak sesleri yaklaşmaya başladığında hemen yorganı başına kadar çekip gözlerini kapadı. Yakalanmaktan hem korkuyor hem de utanıyordu. Odanın kapısına kadar gelen ayak sesleri bir müddet girişte durduktan sonra geriye doğru koridor boyunca ilerledi ve kesildi.
Derin bir oh çekti, doğrularak yatağa oturdu, bir müddet de öyle bekledi, içeriden ses duyulmuyordu. Özgür’ün onu görmediğini varsayarak parmaklarının ucuna basa basa koridordan kapıya doğru yöneldi nefessiz..
Tam verandaya çıkmak üzereydi ki, Özgür tok sesiyle;

- Uyusaydın, dedi.

Şebnem, yüzü kızararak;
- Ya ben.. şey.. kusura bakma.. uyku problemim var da.. yani sadece burada uyuyabildiğim için girmiştim.
- Önemli değil, istediğin zaman gelip orda yatabilirsin, ben o odayı kullanmıyorum, dedi Özgür.
- Ben sadece senin olmadığın zamanlarda işte.. rahatsız etmek istemem, diye hala kekeliyordu Şebnem.
- Seni anlayabiliyorum, yıllarca bu evde kaldıktan sonra şimdi bir yabancı gibi girip çıkmak zor olsa gerek, diye gergin olan Şebnem’i rahatlatmaya çalıştı Özgür.
- Neyse.. iyi geceler.. tekrar özür dilerim bu durum için..
- Bak, çekinmene gerek yok, gerçekten uyuyamadığın zamanlarda odayı kullanabilirsin, bence mahsuru yok, dedi Özgür
- Ahh, olur mu öyle şey, çözüm bu değil, uykusuzluğa çare bulmam gerek, dedi Şebnem bu sefer de.. yine kaçarcasına
- Neden uyuyamıyorsun? Yani sebebini tahmin ediyorum ama onun haricinde başka şeyler de var mı? Diye soruyordu Özgür, Şebnem’i bırakmak istemezcesine..
- Hep böyleydi.. o olay olmadan önce de uyuyamıyordum, dedi Şebnem, ellerini göğsünde birleştirerek
- Çocukluğunla ilgili bir şey mi?
Bu sorudan sonra gözleri daldı genç kadının, derinlerde bir yerde kendisini rahatsız eden şeyleri düşünmeye çalıştı, başını ‘hayır’ der gibi sallayarak verandaya çıktı, tahta sandalyeye oturdu ve gökyüzüne doğru bakakaldı.

Çok geçmeden Özgür elinde iki kahve fincanıyla geldi ve yanındaki diğer sandalyeye oturdu  ‘büyük cesaret seninki’ diyerek..

- Nasıl yani?
- Buraya gelmek yani, büyük cesaret..
- Sen olsan ne yapardın?
- Şerefli bir misyon baba ocağını tüttürmek, gelirdim evet..
- Ee benimki niye cesaret oluyormuş o zaman?
- Ama seninle ben bir değiliz ki..
- Cinsiyet ayrımına girmeyeceksin umarım!
- Valla tam da ona girecektim, bazı şeylerin kadınlar için daha zor olduğunu kabul etmek gerekir.
- Seninle hiç o tarz bir polemiğe katılamıycam kusura bakma!
- Yanlış anlama ama gerçeklerden kaçman sonucu değiştirmiyor..Neyse tamam girmeyelim polemiğe
- Senin hikayen nedir peki?
- Hiç.. hiç işte.. diyerek bu sefer Özgür dalıp gitmişti gökyüzüne doğru.

O geceden sonra aylarca eve gidip yatmamıştı Şebnem. Ama akşamları verandada kahve içip sohbet etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Uyku öncesi masallar gibi anlattıkları hikayelerle birbirlerini daha iyi tanımaya başlamışlardı.

Aaa uykusuzluk mu? O devam ediyordu!

25 Yıl Önce

- Aliii, Ahmett hadi sizi bekliyorum, ağaç oldum burada
- Bi sabırsızlanma kızım ya, geliyoruz işte
- Uzaydan mı geliyorsunuz oğlum, çabuk olsanıza
- Aman be Şebnem, iki ayağımızı bir pabuca giydirdin
- Sizin iki ayağınız yok ki, dört ayaklı canavarsınız, bana laf yetiştirene kadar inseydiniz aşağıya geç kalmamış olurduk işte

Okulun ilk günüydü, Şebnem sabırsızlanıyordu. Halasının ikiz oğulları ona eşlik edeceklerdi zira onlar dördüncü sınıfa gidiyorlardı. Ailenin tek kızı olmanın şımarıklığını taşısa da iki fırlama delikanlının yanında erkek gibi büyümüştü. İlkokula başladığında altı yaşındaydı.
Okula Mahir Efendi götürüp getiriyordu, kasabada kuzenleriyle aynı okula gidiyordu. Aynı saatlerde eve dönüyorlardı. Onlar geldiğinde tüm aile tarlada ya da hayvanların yanında olurdu. Şebnem küçük olduğu için onu evde bırakıyorlardı. Gün boyunca oyalanacak şeyler bulurdu küçük kız.

Bir gün bahçedeyken eve yaklaşan birini gördü uzaktan. Sessizce arkasından gitti, etrafta kimse yoktu. İlk gençlik çağlarında bir delikanlıydı ve evlerine girmişti. Biraz bekledikten sonra Şebnem de girdi, anne ve babasının odasında çekmeceyi karıştırırken buldu onu.

- Kimsin sen, diye çıkıştı.
- Hey ufaklık, sakin ol, yok bir şey, dedi çocuk
- Ne yapıyorsun burada, ne arıyorsun sen, diye bağırıyordu boyuna posuna bakmadan.
- Sakin ol dedim sana, sadece bir şeye bakıyordum!
- Annemin bilezikleri mi onlar? Alacak mıydın?
- Hayır yahu, ne alaka!
- Çekil oradan çabuk, imdattt hırsız var, diye avazı çıktığı kadar bağırdı Şebnem.

Küçük kızın bağırmalarıyla panikleyen çocuk elleriyle Şebnem’in ağzını kapattı, kız debelenmeye başladı hatta ayaklarıyla tekme atıyordu. ‘Sus bağırma’ dedikçe tüm gücüyle karşı koyuyordu. Ellerini ısırmaya başladı çocuğun, çocuk iyice korkmuştu, bir yumruk atarak yere düşürdü Şebnem’i. Ağlamaya başladı küçük kız, çocuk kaçmaya başladığında ise ‘gününü göreceksin sen’ diye bağırıyordu arkasından.

Düştüğü yerden kalkıp dışarı attı kendini, hala bağırıyordu, ‘yetişin, imdatt’ diye. Karşıdan gelen ikizler Şebnem’in feryatlarını duyarak çocuğu yakaladılar. Yaka paça getirdiler, ‘neler oluyor’ diyerek ortalığı birbirine kattılar. Tüm aile bahçeye toplanmıştı.
Eve giren, çobanın oğluydu, kendini savunmasına fırsat verilmemişti. Çünkü çiftliğin Bey’inin biricik kızına kötü davranmıştı. Şebnem’in ağlayarak ‘beni rahatsız etti, dövdü, dokundu, annemin bileziklerini almaya çalıştı’ diye söylemlerinin ardından ise neredeyse linç edilecekti.
Şebnem’in babası, çobanı çağırıp epeyce hırpaladı, şikayetçi olacağını söyleyerek işinden etti. Oğlunun hırsızlık ve taciz suçlamalarına maruz kalmasına, etrafta bu olayın çabucak duyulup yayılmasına ve kendisine atılan bakışlara, sözlere katlanamıyordu çoban.  
Bir gün çocuk eve geldiğinde babasını kendini asmış olarak buldu. Hiçbir yakını onu kabul etmedi ve çocuk esirgeme kurumuna yerleştirildi. Tacizci ve hırsız yaftaları peşini bırakmadı, eziyet, işkence ve yokluk çekti, ta ki bir vakıf üniversitesini tam burslu kazanıp mega kente gidene kadar..


Verandada;




- Ama en nihayetinde bu kadar çabanın karşılığını almak istiyor insan, diye konuşuyordu Şebnem.
- Bre insanoğlu az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun, az mı kötü haldesin ki kendini kötülemeye çabalıyorsun!
- Aaa Montaigne’den bu! Bi dakka ya felsefe öğrenimi gören benim, sana noluyor şimdi?
- Yanlış öğrenim görmüşsün, senin kafan sayısala basıyor, diye gülümsedi Özgür.
- Peki annene ne oldu, diye sordu bu sefer de Şebnem.
- O da ayrı bir hüzün hikayesi işte, beni doğururken ölmüş!
- Naa nasıl yani?
- Tarlada.. Ee köylü kadın, etrafındakiler kasabaya yetiştirene kadar doğmuşum ben ama annem kan kaybına dayanamamış, diyordu Özgür göğsünde atan kalp değil de taş gibi, mağrur ve boşluğa bakan gözleriyle.
- Ne acı! Anne sevgisinden yoksun büyümek, üzüldüm, diye boynunu büktü Şebnem.
- Ohoo sen böyle her şeye üzülürsen anlatmam bak! ‘Acı çekmek ölmekten daha çok cesaret ister’ Bunu da Napoleon söylemiş, yaz bir kenara, diyerek Şebnem’in önüne eğilen başını eliyle kaldırdı Özgür ve devam etti:
- Soracak mısın, ben mi devam edeyim?
- Çok başarılı olmuşsun öğrenciliğinde, sonrasında güzel de bir hayat kurmuşsun kendine, neden buralara geldin ki?
- Uzun hikaye!
- Ee zamanımız çok, hadi anlat..
- Bir davam var, kavgam var!
- Pek de uzun hikayeymiş bu ya, diyerek kahkaha attı Şebnem.
- Senin yok mu, dedi Özgür
- Farkında mısın dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz
- Hangi yere?
- Bana ve ailemin başıma gelenlere..
- Ben şimdi onu mu dedim?
- İma ettin!
- Peki sen neden kaçıyorsun bu mevzudan? Korktuğun için mi?
- Korkuyla yaşamak esir olmaktan beterdir.
- Korkmuyorsun ama uyuyamıyorsun da!
- Başka şeyler var..
- Ne gibi?
- Bilmiyorum, var işte!
- Anlat!
- Geç oldu, hadi evli evine köylü köyüne diyerek kapattı konuyu Şebnem. Ama Özgür’ün bırakmaya niyeti yoktu.
- Nasılsa uyuyamayacaksın!
- Neyin peşindesiniz Özgür Bey? Diyerek dalga geçiyordu Şebnem.
- İçeri geçelim, serin oldu burası, diye karşılık verdi Özgür.

Eve girdiler. Özgür mutfaktan içecek bir şeyler almaya gittiğinde Şebnem’in ayakları, onu anne ve babasının odasına götürdü. Arkasından Özgür geldi ve Şebnem ona:

- Neden her tarafı değiştirdin de bu odayı böyle eski haliyle bıraktın, diye sordu.
- Bu odayı nasıl hatırlıyorsun, diye sorusuna soruyla karşılık verdi Özgür.
- Annem ve babam, burada yatarlardı işte, karşı oda benimdi ve gecenin bir saatinde mutlaka uyanıp aralarına gelirdim. Sabahları ikisi de beni mıncıklayarak uyandırırlardı.
- Bu odaya dair hiç kötü anın yok mu?
- Nasıl yani, ne demek istiyorsun?
- 12-13 yaşlarındaki bir çocuğun bu odaya girdiğini hatırlıyor musun?

Şebnem hafızasını zorlamıştı. Hayal meyal şeyler geliyordu gözünün önüne. Hayretler içinde donakalmıştı.

- Ama ama sen nerden biliyorsun bunları?
- Hatırladınız değil mi Şebnem Hanım! Çocuk yaşlarındaki bir delikanlının odaya niçin girdiğini sorgulamadan ortalığı velveleye verdiğinizi, bu davranışınızla tüm aileyi buraya topladığınızı, hepsini yanlış anlamaya yönlendirip çocuğu yaftaladığınızı, babasını karaladığınızı, bunun babasının ölümüne sebep olduğunu, çocuğun hayatını zehrettiğinizi hatırladınız değil mi? Artık sesi yüksek çıkıyordu Özgür’ün.
- Ama ama ben çok küçüktüm, sonuçlarını tahmin edemezdim.
- Hiç mi aklına gelmedi, hiç mi düşünmedin şimdiye kadar?
- Dedim ya çok küçüktüm, pek çok şeyi şimdi sen söyleyince hatırladım, ailem o günden sonra bu konuyla ilgili bir şey konuşmadılar, unutulup gitti her şey..
- Ailen evet, şımarık bir kızın her dediğine inanıp masum insanların hayatını karartan ailen, delikanlılığı dayak atmak zanneden ağabeylerin, babamın ölümüne sebep olan gaddar insanlar!
- Sen, sen.. yoksa sen..o musun?

Kekeliyordu Şebnem, eli ayağı titriyordu, gözleri dolmuştu ve ne yapacağını bilmiyordu..

- Evet ben o hayatını mahvettiğiniz çocuğum, bir düğün varmış köyde, takı takması gerekiyormuş merhum babam, Mahir Efendinin karısı hanımın çeyrek altınlarından alabileceğimizi söylemiş, sonra bırakırız, hanımın haberi var demiş. Beni de onun için göndermişlerdi. Anlatmamıza izin verdiniz mi, hayır! Bu yüzden başlarına gelen her şeyi hak ettiler!
- Nasıl yani? Ailem? Yoksa sen mi?
- Evet ben yaptım, dedi Özgür meşakkatle.

Şebnem delirmişti, ağlıyor ve katil diye bağırıyordu. Özgür, diğer odaya gidip elinde bir silahla geri döndü. Şebnem’in kafasına doğrulttu, susmuştu genç kadın, titriyordu. Ellerini açarak diz çöktü. ‘Lütfen’ diyebildi.

-‘Acı çekmek, ölmekten daha çok cesaret ister’ bunu bir kenara yaz demiştim. Sen cesur bir kadınsın ama ayakta ölmek, diz üstü yaşamaktan daha iyidir, diyerek silahı kendi başına çevirdi, tetiğe bastı Özgür.

Silahın sesini duyan bekçi ve Mahir Efendi eve girdiklerinde Özgür’ün başından vurulmuş cesediyle ve Şebnem’in hıçkıran sesiyle karşılaştılar.