2016’nın en ilgi çeken, üzerinde en çok konuşulan ve ödül
törenlerinden kucak dolusu ödüllerle dönen bu filmden Oscar’a ramak kalmışken
bahsetmek gerekiyordu belki de. Zira 14 dalda aday gösterilen ilk müzikal film
olma özelliğini taşıyor. Filmin genç yönetmeni daha önce Whiplash adlı filminde
kendini ispat etmişti zaten.
Öncelikle filmin bir duygusu, ruhu var. Zor günlerden
geçtiğimiz, dünyanın çivisinin çıktığını hissettiğimiz, insanlığın, aşkın,
iyiliğin, güzelliğin yok olduğunu bildiğimiz, hayallerimizi ertelediğimiz,
hissiz bir robota evrilme günleri yaşadığımız milenyum çağında bu film herkese
iyi geldi. Aksiyonun tavan yaptığı, küfürlerin havada uçuştuğu, görsel
efektlerin, bilmem kaçıncı boyutların olduğu, akıl almaz senaryoların yazıldığı
sinema sektöründe Mia ve Sebastian adlı karakterler bizi geçmişe götürdü. O
masum aşkların yaşandığı, ilk buluşmanın sinemada gerçekleştiği, el ele
tutuşmanın verdiği o heyecan, hayallerin peşinden gitmenin dayanılmaz hafifliğinin
yaşandığı masalsı günlere döndük. Dans ve şarkıların keyfi ise dışarıdaki
dünyadan uzaklaşıp bambaşka bir aleme gitmemize sebep oldu. “Ne olmak istiyoruz, bunun için ne
yapabiliriz, bizi mutlu eden şey ne, bu uğurda nelerden vazgeçebiliriz?” gibi sorulara da cavap aramamızı sağladı.
Kimine göre beklentileri karşılayamadı, kimine göre hafif
kaçtı ama birçok kişi, şarkılı danslı o büyülü dünyada iki saatin nasıl
geçtiğini bilemedi. Klişe olarak düşünülecek olursa böyle bir filmin mutlu
sonla bitmesi gerekiyordu. Ama kötü biten bir hikayeyle sonlandı, filmin
başlangıcından itibaren bıraktığı tat uzun süre zihinde kaldı ve
etkisinden kurtulunmadı. İşte seyirciyi çeken de bu oldu.
Kıssadan hisse şu berbat dünyanın gamından kederinden bir
müddet uzaklaşmak isterseniz, film hala vizyonda..