- Hadi Mahir Abi, kaldır şu tahtayı koyalım
üzerine..
- Güzel oldu değil mi hanımım?
- Güzel olacak tabi, ama çitlerin boyanması da gerek
Mahir Abi;
- Boyarız hanımım.. da işte boya falan almalıyız,
bir sürü masraf ediyoruz zaten!
- Dur bakalım, evi satmadan nasıl hallederiz ben
de bilmiyorum.
Gözleri uzaklara dalıp gitmişken, evi hatta çiftliğin
yarısını satmanın, bir ortakla işlerin yoluna gireceği yolundaki söylediklerini
duymuyordu bile Mahir Efendinin.
Elinin tersiyle yüzüne inen saçını alnından çektikten sonra
Mahir Usta’ya ‘eyvallah’ diyerek eve doğru yürüdü Şebnem.
Korkusuzluğuna rağmen bunalmış edasıyla ilerlerken, adım
atmaya kalmayan mecaliyle baktı verandaya. Belki de çocukluğuna..
Üç-beş basamaklı tahta merdivenlerden çıkarak verandada
bulunan ahşap sandalyeye oturdu. Gıcırtı sesi hoşuna gitti, üç kuruşluk
dertleri hayatından çıkaracağına dair söz verdi kendine. Ama yaşamın
gerçekliği, yüzüne inen ıslaklıkla belirtti kendini!
Bir verandayla ayrılan bu iki ev saklıyordu her şeyi..
Anılar, düşler, hisler buralarda bir yerde dururken, kapıyı çekip gitmek
haksızlık gibiydi.
Evlerden biri daha eski, ahşap ve üç katlıydı. Zemin kat sığınak
misali, üzerindeki iki kat ise oturulmaya müsaitti ama yıllardan beri boştu. Diğer
ev ise iki katlı, alt kat kiler ve ambar görevi görüyordu, üst kat dayalı
döşeli, daha yeni daha özenli eşyalar yerleştirilmişti.
Arada bulunan verandadan iki eve geçiş yapılabiliyordu, aynı
zamanda evlerin kendi kapıları da vardı ayrı ayrı.
Şebnem’in küçüklüğü burada geçmişti. Babaannesinden kalan bu
çiftlik evlerinden birinde halası iki oğluyla beraber kalırken diğerinde
ailesiyle Şebnem yaşıyordu.
Aile evet, vardı bir zamanlar öyle bir kavram. Şimdilerde
pek hatırlayamadığı!
Mahir Efendi ise küçüklüğünden beri çiftliğin bakımı ve
işlerini üstleniyordu emektar karısıyla beraber. Onlar birkaç kilometre
ilerideki kasabada yaşıyorlar, her gün gidip geliyorlardı.
Şebnem, üniversite okumak için evden ayrılıp büyük şehre gittiği
yıllarda çok korkunç bir olay gelmişti ailesinin başına. Kimliği hala
belirlenemeyen şahıs pompalı tüfekle çiftliğe dalmış, eve girerek ailenin tüm
fertlerini öldürmüştü. Halası, kuzenleri, anne ve babasının başına gelenler
Şebnem’im birkaç sene kendine gelememesine ve içinden çıkamadığı bir hezeyana
kapılıp gitmesine sebep olmuştu. Tek varis olarak bütün çiftliğe ve iki eve
sahip olması ise acısını ikiye katlayarak yıllarca çiftliğe gitmemesiyle
sonuçlanmıştı. Üniversiteyi bitirdikten sonra işe girmiş, büyük şehirde
kaybolmaya başlamıştı.
Mahir Efendi, çiftliğe sahip çıkmıştı. Toprakları ekiyor,
hayvanlara bakıyordu. Elde ettiği gelirden kendi payına düşeni aldıktan
sonrasını Şebnem’e gönderiyordu. İlk zamanlarda oldukça hatırı sayılır olan
para yıllar geçtikçe düşmeye başlamıştı.
Şebnem ise hazır paranın verdiği şımarıklıkla har vurup
harman savuruyordu. Gelen parayı olduğu gibi harcıyordu. Maaşı ise ancak ev
kirasına yetiyordu. Bir müddet sonra işi de bıraktı.
Mahir Efendinin gönderdiği para epey azalmıştı. Toprakların
eskisi gibi verim vermediğinden, hayvanların salgın hastalıkla mücadele
ettiğinden, vergilerin, harçların fazlalığından, ekinlerin satışının az
olduğundan, işlere kendisinin yetişemediğinden, karısının hastalığından dolayı sürekli
hastaneye şehre gidip gelmek zorunda olduğundan dem vurarak hayıflanıyordu Mahir
Efendi. Şebnem’i çiftliğe çağırıyor, eğer gelmezse kendisinin de çekip
gideceğini söylüyordu.
Şebnem, ailesinin mezarı olan çiftliğe gidemezdi. Buna hazır
değildi. Mahir Efendiye çiftliği ve evleri satışa çıkarmasını söyledi. Emektar
adam ilanları verdikten sonra çiftliğin kapısına zinciri vurup ayrıldı oradan.
Çiftliğe talip olanlar Şebnem’le iletişime geçmişlerdi.
Fakat çiftlik ve evler kapı duvar olduğu için göremiyorlardı. Bu durumda
gelenlere göstermek için birkaç haftalığına bile olsa tüm cesaretini toplayıp
çiftliğe gitmişti Şebnem.
Yıllar sonra oraya gitmek farklı duygulara yol açmıştı.
Tahmin ettiğinin aksine içini huzur kaplayan bir şeyler
oldu. Kuzenleriyle ağaçlardan meyve toplamaları, hayvanların peşinden gitmeleri,
süt sağmaları, verandadan iki ev arasında mekik dokumaları gözünün önüne geldi.
Çocukluğu buralardaydı. Hiç kaybolmamıştı ve hep burada kalacaktı.
Anılarına sahip çıkmaya karar verdi Şebnem.
Çiftliği almak için gelenlere yol verdi. İlanları kaldırttı.
Artık kendisi kalacaktı ve her şeyi yoluna koyacaktı. Garip hislerinin içinde
bir yerde ise ailesinin intikamı yatıyordu.
Mahir Efendinin sesiyle doğruldu oturduğu ahşap sandalyeden;
- Ben gidiyorum hanımım, yok dimi benlik bir şey?
- Yok yok, sabah erken gel ama..
- Gelirim tabi ama sen böyle dut yemiş bülbül gibi
düşünüp duracağına şu adamın talebini düşün derim, baya iyi fiyat veriyor,
burayı tek başına doğrultamazsın, bir ortak şart!
- Dur bakalım Mahir Abi, yarın etraflıca konuşuruz
bunu, hadi git şimdi sen
- Sağlıcakla kal hanımım, görüşürüz
Derin bir sessizliğe bürünmüştü çiftlik, akşam da olmak
üzereydi. Eve girdi, geldiğinden beri iki evi de derleyip toparlıyor, kendine
iş çıkarıyordu. Epeyce yorulmuştu, uykusuz geceleri ve biraz uyuduğunda gördüğü
kabusları yüzünden de oldukça yıpranmıştı.
Anne ve babasının yattığı odaya doğru yöneldi, pirinç
başlıklı karyolanın üzerine oturarak hayallere daldı. Yatağa ne zaman uzandı,
ne zaman uyuyakaldı hatırlamıyordu. Gözünü açtığında sabah olmuş günlerdir ilk
kez bu kadar huzurla uyumuştu.
Perdeyi aralayıp baktığında Mahir Efendi çoktan işe
koyulmuştu bile. Hayvanları otlatmaya çıkarmış ahıra götürmeye çalışıyordu.
Yüzünü yıkayıp aceleyle çıktı Şebnem. Ahıra girip süt sağmaya başladı, çocukken
yaptığı gibi. Çok geçmeden mandıra sahibi sütleri teslim almak için geldi.
Mahir efendinin kümesten topladığı yumurtaları da mandıracıya verdiler.
Ellerine geçen parayla boya almak için kasabanın yolunu tuttu Şebnem.
Döndükten sonra bir gün önce onardıkları çitleri boyamaya
başladılar.
- Hanımım kendini yıpratıyorsun, aldığımız iki
kilo süt, beş yumurtayla bu çiftlik dönmez, arayıp duruyor adam, çağıralım da
bi konuşuverin, ha ne dersin?
- Kimmiş, neyin nesiymiş, öyle hemen ortak etmek
kolay mı be Mahir Abi, dedi Şebnem.
- Eskiden buralarda otururmuş, iyi biliyor bu
işleri, güven verdi bana, bak ben yaşlandım artık, hanım hasta gelemiyor, borç
da çok, nasıl ederiz, gözünü seveyim kaçırma bu fırsatı..
- Tamam Mahir Abi, haber sal da gelsin, anlaşırsak
veririz napalım!
Mahir Efendi yemeden içmeden hemen aramış çiftliğe gelip
görmesini söylemişti alıcıya. Şebnem hesap kitapla uğraşıyor işin içinden
çıkamıyordu. Akşam olduğunda ne pahasına olursa olsun çiftliğin yarısını
satmaya karar vermişti. Gözleri kapanmaya başladığında ise yattığı yer yine
anne ve babasının yatağıydı ve yine deliksiz uyumuştu.
Ertesi sabah, Mahir Efendi alacaklı gibi çalıyordu kapıyı:
- Hanımım.. Alıcı geliyor birkaç saate, aradım,
hemen gelirim dedi.
- Gelsin bakalım Mahir Abi, ben de karar verdim
satmaya zaten, başka çıkış yolu bulamadım.
- Doğru kararı vermişsin hanımım, hadi şimdiden
hayırlı olsun.
- Dur yahu, şartlarım şurtlarım var, bakalım
anlaşacak mıyız, demiş ve derin düşüncelere dalmıştı Şebnem.
Mahir Efendi ve genç kadın kahvaltılarını yapana kadarki
geçen sürenin sonunda büyük bir jeep yanaşmıştı çiftliğin önüne, içinden inen
adamı çiftliğin köpeği karşıladı havlayarak. Mahir Efendi koşarak köpeği tuttu
ve ‘Hoş geldin beyim’ dedi. Yol göstererek eve çıkarttı.
Bu arada Şebnem üzerine daha düzgün bir şeyler geçirmek
üzere odaya geçmişti. Mahir Efendi adama çay ikram ettiği sırada yanlarına
geldi ve elini uzatıp adını söyleyerek ‘ Hoş geldiniz’ dedi.
Alıcı, oturduğu yerden kalkıp, Şebnem’in uzattığı eli
tutarak ‘ Özgür Korkmaz ben, memnun oldum Şebnem Hanım’ dedi.
Görüşmenin ilk yarım saatinde oradan buradan çiftlikten ve
kendileri hakkındaki tanıtımlardan sonra Mahir Efendi ayrılmıştı yanlarından. O
gittikten sonra Özgür’ün açtığı konuyla gözleri dolmuştu Şebnem’in.
- Ailenizin başına gelenleri duydum, başınız sağ
olsun, ne kadar trajik!
- Teşekkürler, diyerek kestirip atmıştı Şebnem.
- Kimin yaptığı konusunda bir gelişme yok değil
mi?
- Maalesef, diyerek başını öne eğdi Şebnem.
- Ne büyük tesadüf olay anında sizin olmamanız,
yoksa şimdi burada olmazdık, deyince de;
- Şimdi bunları konuşacak durumda olduğumu
sanmıyorum Özgür Bey, işimize bakalım biz, diyerek sinirlendiğini ses tonuna
yansıtmıştı.
- Ahh peki, özür dilerim, gerçekten sıkıcı bir
durum, anlayabilmek bile çok zor.
- Neyse kapattık zaten, Mahir Efendi çiftlik hakkında
pek çok şeyi söylemiş size, diyerek konuyu hemen değiştirdi Şebnem.
- Aslında ben hepsini satın almak için
başvurmuştum. Sonradan satılmayacağını öğrendim. Ama ne yalan söyleyeyim burada
beni çeken bir şeyler oldu, kopamadım. Mahir efendiyi sürekli rahatsız ettim,
hiç olmazsa bir kısmını satın alabilmek için. Ki zaten siz de tek başınıza
kalmışsınız, bir bayan için bu işlerle uğraşmak meşakkatli, üstelik büyük
şehirde okuyup çalışıp da sonra çiftlik işleri falan cidden kolay olmamalı,
diye konuşuyordu Özgür.
- Mesele o değil, ben alışkınım, çocukluğum burada
geçti, zamanında pek çok şeyi öğrendim, elbet insan şehrin büyüsüne ve rahatlığına
kaptırıyor kendini, buralara dönmek istemiyor ama benim dönmek istememenin
nedenini tahmin ediyorsunuzdur. Uzun
yıllar gelemedim o olaydan sonra ve satmak akıllıca geldi fakat bir cesaretle
kendimi burada bulduğumda bundan sonraki yaşantımdaki enerjimi tamamen buraya
vereceğimin farkına vardım, diye susturdu onu Şebnem ve devam etti:
- Yokluğumda Mahir Efendi idare etti burayı,
kendisi yıllardır bize hizmet eder, tek başına ancak bu kadar yetişebildi.
Hayvanların çoğu hastalıktan öldü, topraktan verim alınamadı. Hükümetin tarım
politikaları da işimize epey sekte vurdu. Öncelikle burada çiftliğin başında
olacağız, burayı canlandıracağız, eskiden olduğu gibi yaşanacak bir yer haline
getireceğiz, yüreğim el vermiyor burayı bir başkasına ortak etmek. Bu sebepten
bazı şartlarım olacak, bunları sağlamazsanız sahip olduğum borçlara rağmen
satmaktan vazgeçebilirim.
- Yani hem borçluyum hem dimdik ayaktayım misali
şart koşuyorsunuz öyle mi, diyerek ukalalık ediyordu Özgür. Kulak arkası yaptı
Şebnem;
- Öncelikle Mahir Efendi ve karısı ölene kadar
bizimle olacaklar, her türlü masraflarını ve bakımlarını bu çiftlikten elde
edilen gelirle karşılayacağız. Ayrı olarak çalışan almak istersen bunu aldığın
hisse payından kazandığınla karşılayabilirsin. Şimdilik ben böyle bir şey
yapmayacağım. Pek çok şeyi kendim yapıyorum. Kesinlikle %49dan fazlasını
almayacaksın! Diğer şartları da maddeler halinde yazdım, okuyabilirsin, bu
arada ben kahve yapayım, sizinki nasıl olsun, diyerek ayağa kalktı Şebnem,
Özgür’ün önüne sayfalar halinde kağıt uzatarak..
- Orta, dedi Özgür ve okumaya koyuldu.
Şebnem’in tüm şartlarını kabul
etmişti kahvesini içerken, üstelik okumadığı pek çok madde vardı!
Sadece ev konusunda uzun
tartışmalar yaşadılar, Şebnem’in ailesiyle kaldığı evi istiyordu Özgür, zira
parsel olarak ayırdıklarında orası Özgür’e düşüyordu. Bunu da Şebnem kabul etti
ve prosedürler için kasabaya doğru yol aldılar.
1 ay sonra
Çiftlikte işlerin bu kadar hızla ilerleyeceğini tahmin
etmemişti Şebnem. Resmi işlemler bittikten sonra çiftliğe taşınmak için yaptığı
hazırlıklar devam ediyordu Özgür’ün. Öncelikle eve ustalar getirtmiş, içinde ve
dışında tamiratlar yaptırıyordu, eşyalar değişiyor, mutfak, banyo onarılıyordu.
Şebnem ise aldığı paranın bir kısmıyla borçlarını kapatmış,
bir kısmını da bankaya yatırmıştı. Özgür’ün çiftlikte radikal kararlar alması
kafasını biraz meşgul etse de düşündükçe mantıklı geliyordu. Hayvancılığa
yönelmek, toprakları bir yıl dinlendirip arpa buğday yerine sebze işine girmek
istiyordu Özgür. Seraların maliyeti yüksek olacaktı ama önlerinde koca bir sene
vardı. Bunu da hayvancılıktan elde ettikleri gelirle yapacaklardı. Tarım ve iş
makineleri yenilecekti.
Bu arada Şebnem de halasının kaldığı evi elden geçiriyor,
eşyalarını oraya taşıyordu. 3 katlı olan evin alt katı zaten kullanılmıyordu,
ikinci katı için de Mahir Efendiye oraya taşınmaları için teklif etti:
- Olur mu öyle şey hanımım, sen rahat edemezsin
- Merdiveni bir kapıyla kapatırız, ayrı iki daire
gibi olur Mahir Abi, git gel çok yoruluyorsun zaten, burada hanımın da gözünün
önünde olur, aklın kalmaz, neden olmasın, bak kalabalıklaşıyoruz çiftlikte,
eski günlerdeki gibi, hiç düşünme, bir haftaya kalmaz onarırız, boyarız,
taşırız eşyanı..
Mahir Efendi sevinerek karısına haber vermişti. Çiftlikte
büyük bir hareketlenme vardı artık, kasabada dedikodu kazanları çalkalanıyordu.
Özgür pek çok şeyi tereyağından kıl çeker gibi hallediyordu. Sözü dinlenilen,
saygı duyulan biriydi ama düşmanlarına da büyük bir korku salıyordu. Soylu
ailesinin çiftliği ile ortaklığı o bölgedeki diğer köy ağalarını
endişelendiriyordu.
Şebnem ise kendisine yeni yaşam alanı oluşturmaya
çalışıyordu. Sürgülü cam kapıdan verandaya ve oradan diğer eve geçilen kapı hiç
kilitli olmamıştı şimdiye kadar ama bundan sonra kilit takmak gerekebilirdi.
Özgür’ün evinde ustalar işlerini tamamlayıp gittiklerinde kontrol etmek için
eve girmişti Şebnem, her şeyin değiştiğini görebiliyordu fakat anne ve
babasının odasına dokunulmamıştı. Oradaki tüm eşyalar yerli yerinde duruyordu.
Bu durumu fazla sorgulamadan yatağa uzandı ve gözlerini kapadı, yine uyumuştu.
Ertesi gün, Özgür çiftliğe taşınmıştı artık. Akşam olduğunda
evlerin ışıkları yanıyor, oradaki hayat belirtisi tüm komşu çiftliklerden
görülebiliyordu.
Sabahları verandada kahve içilerek başlayan gün, durmadan
çalışılarak akşamı buluyordu. Şebnem’in yorgunluğu uykusuzluğuna çare
olmuyordu. Gece boyunca evin tüm odalarında uyuyabilmeyi deniyor, sabaha karşı
mutfak sandalyesinin üzerinde sızıp kalıyordu.
Ahırı genişletmişler, yeni hayvanlar almışlar, süt sağma
makineleri ile epey verim elde ediyorlardı. Özgür, çiftliğe yeni bir adam
getirmiş, evinin alt katında bir odaya yerleştirmiş, eline de bir tüfek
vermişti. Gece uyumuyor, çiftliğe göz kulak oluyordu. Bu Şebnem’e biraz garip
gelmişti:
- Ne gerek var ki korumaya, diye çıkışarak
söylendi.
- Bunu sen mi söylüyorsun, dedi Özgür
- Neden ki?
- Korkmuyor musun, ailenin başına gelenler! Ya
tekrar.. burada.., diye kekeleyerek sustu Özgür.
‘Haklısın’ diyerek yanından ayrıldı Şebnem. Şimdiye kadar
aklına bile getirmemişti böyle bir şeyi ama bir anda içini kurtlar kemirmeye
başladı. Eve çıkarak kendini içki şişesinde balık olarak buldu ve sızdı. Artık
uyumanın yolunu bulmuştu.
3 ay sonra
- Hanımım uyan.. uyan!!
Şebnem, sesler duyuyor fakat yerinden doğrulup da
kalkamıyordu. Mahir Efendi kapıya hızla vuruyor, uyanmasını söylüyordu. Son
zamanlarda hemen her akşam yaptığı gibi şişenin dibini görmüş ve öylece uyuyup
kalmıştı. Güçlükle kalktı, kapıyı açtığında;
- Hemen gelmelisiniz hanımım..
- Ne oldu nedir bu telaşın, diye sordu Şebnem.
- Ahırlarda yangın çıkmış, söndürmeye
çalışıyorlar, hayvanları çıkarmamız lazım, çabuk olun!
İlk şoku atlattıktan sonra hemen üzerine bir şey geçirip
ahırlara doğru koştu Şebnem. Özgür ve adamı yangın söndürücülerle müdahale
ediyorlar, Mahir Efendi ise hayvanları çıkarmaya çalışıyordu. İtfaiyeye haber
verdiniz mi, diye sordu Özgür’e. ‘Evet ama onlar gelene kadar duramazdık’ dedi
Özgür.
Telaşla Mahir Efendinin arkasından gitti. Arka kapılardan
hayvanların tahliyesini yapıyorlardı. Dumanlar hızla yayılıyordu. Kısa süre
içinde itfaiyenin siren sesi duyuldu. Ekipler hızla hortumlarla yangına su
tutmaya başladılar. Hayvanların birçoğu bahçeye çıkarılmıştı ama içeride
hareket edemeyen yavrular vardı. Şebnem onlar için bir kez daha ahıra dalacakken
Özgür kolundan tuttu ve
- Giremezsin, duman çok fazla, dedi.
- Yavrular var, çıkarmamız lazım
- Dumandan etkilenmişlerdir, yapacak bir şey
olduğunu sanmıyorum.
- Mutlaka vardır, diyerek içeri girdi Şebnem.
Özgür de arkasından koştu. Kuzuları kucaklarına alıp
çıkarmaya başladılar. Yangın söndürülmüş dumanı etrafa yayılıyordu. Öksürerek
dışarı çıktılar ve bir kez daha ahıra girip kalan yavruları çıkardılar. Her şey
sona erdiğinde yarısından fazlası yanan bir ahır ve ne yazık ki ölen hayvanlar
kalmıştı ellerinde.
Şebnem ağlayarak çökmüştü bir ağaç altına. Özgür yanına
geldi.
- Ne diyorsun, sence kundaklama mı? diye sordu
Şebnem.
- Büyük ihtimalle öyle ama yarın daha ayrıntılı
bilebiliriz bunu, dedi Özgür.
- Neden ama? Bekçi vardı, bir şey görmemiş mi,
diye ağlamaklı konuşuyordu Şebnem.
- O sadece evleri koruyordu. Koskoca arazi,
arkadan gelinmiş olmalı..
- Peki ne yapıcaz, Tanrım ne büyük felaket!
- Kalk bakalım, koy vermek yok öyle, yarın olsun
daha etraflıca konuşuruz ama eğer kundaklama olduğu kesinleşirse korumayı
artırmamız gerekebilir, bir adam da arazi için alırız. Işıklandırmayı
artırırız, sigorta zararı karşılar merak etme, diye telkin etti Özgür.
Sabaha kadar uyumamışlardı, ertesi gün ölen hayvanları
gömdüler ve ekiplerin incelemeleri sonucunda kundaklama olduğu kesinleşti.
İlerleyen günlerde ahırı onarttılar, yeniden hayvan aldılar,
bahçeler ve ahırlar için bekçi tuttular, ona küçük bir baraka ev yaptırdılar
ama kimin neden yaptığı konusundaki soru işaretlerini akıllarından
çıkaramadılar!
Gerek Özgür’ün kuruntuları gerek başlarına gelen yangın
olayından sonra Şebnem’in uykuları iyice kaçmıştı. Gecelerce uyuyamadığı
oluyor, herhangi bir şey olur korkusuyla da ayık kalmak istiyordu. Son
zamanlarda Özgür kasabaya sık sık gidiyor ve bazı geceler de orada kalıyordu.
Yine uyuyamadığı bir akşam verandaya çıktı Şebnem,
yıldızları izlemeye koyuldu. Özgür evde olmadığından diğer ev karanlıktı,
kapısını ittiğinde açıldı, ’kilit taktırmamış’ diye düşündü, eve girdi, anne ve
babasının odasına ilerledi ve yatağa uzandı. Yine içini büyük bir huzur kapladı
ve orada uyuyakaldı.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyandığında hemen toparlanıp yatağı
düzeltip verandadan kendi evine geçti. Bunu alışkanlık haline getirmişti,
Özgür’ün evde olmadığı akşamlarda oraya geçiyor ve uyuyordu, sabah o gelmeden
kalkıyordu.
Aylar geçtikçe çiftlikte düzen kurulmaya başlamıştı. Araziye
ve ahırlara bakan bekçiye iki eğitimli köpek alınmıştı. Çiftliğin emektar
köpeği ise kapıda duruyor ve gelene geçene havlamaktan başka işe yaramıyordu.
Mahir Efendinin karısı kendini iyi hissettiği günlerde tüm
çalışanlara yemek çıkarıyordu. Şebnem de kendine bir arazi arabası satın almış,
çiftliğin ihtiyaçlarını onunla kasabadan taşıyordu.
Hesap işlerine Özgür’le beraber bakıyorlardı. Felsefe
öğrenimi görmesine rağmen kafası fena halde matematiğe yatkındı Şebnem’in. En
ufak bir hesabı gözünden kaçırmıyor, kimsenin hakkını bırakmıyordu.
Özgür’ün kasabada olduğu bir akşam uyumak için onun evine
geçti. Tam uyumak üzereyken bir ses duydu, anahtar sesi! Eve giriyor olmalıydı,
neden geri gelmişti acaba? Köpek ona havlamıyordu artık.
Ne yapacağını şaşırdı Şebnem, toparlanıp çıksa koridorda
yakalanırdı, kapıyı kapatmak için kalksa dikkat çekerdi, ayak sesleri
yaklaşmaya başladığında hemen yorganı başına kadar çekip gözlerini kapadı. Yakalanmaktan
hem korkuyor hem de utanıyordu. Odanın kapısına kadar gelen ayak sesleri bir
müddet girişte durduktan sonra geriye doğru koridor boyunca ilerledi ve
kesildi.
Derin bir oh çekti, doğrularak yatağa oturdu, bir müddet de
öyle bekledi, içeriden ses duyulmuyordu. Özgür’ün onu görmediğini varsayarak
parmaklarının ucuna basa basa koridordan kapıya doğru yöneldi nefessiz..
Tam verandaya çıkmak üzereydi ki, Özgür tok sesiyle;
- Uyusaydın, dedi.
Şebnem, yüzü kızararak;
- Ya ben.. şey.. kusura bakma.. uyku problemim var
da.. yani sadece burada uyuyabildiğim için girmiştim.
- Önemli değil, istediğin zaman gelip orda
yatabilirsin, ben o odayı kullanmıyorum, dedi Özgür.
- Ben sadece senin olmadığın zamanlarda işte..
rahatsız etmek istemem, diye hala kekeliyordu Şebnem.
- Seni anlayabiliyorum, yıllarca bu evde kaldıktan
sonra şimdi bir yabancı gibi girip çıkmak zor olsa gerek, diye gergin olan
Şebnem’i rahatlatmaya çalıştı Özgür.
- Neyse.. iyi geceler.. tekrar özür dilerim bu
durum için..
- Bak, çekinmene gerek yok, gerçekten uyuyamadığın
zamanlarda odayı kullanabilirsin, bence mahsuru yok, dedi Özgür
- Ahh, olur mu öyle şey, çözüm bu değil,
uykusuzluğa çare bulmam gerek, dedi Şebnem bu sefer de.. yine kaçarcasına
- Neden uyuyamıyorsun? Yani sebebini tahmin
ediyorum ama onun haricinde başka şeyler de var mı? Diye soruyordu Özgür,
Şebnem’i bırakmak istemezcesine..
- Hep böyleydi.. o olay olmadan önce de
uyuyamıyordum, dedi Şebnem, ellerini göğsünde birleştirerek
- Çocukluğunla ilgili bir şey mi?
Bu sorudan sonra gözleri daldı genç kadının, derinlerde bir
yerde kendisini rahatsız eden şeyleri düşünmeye çalıştı, başını ‘hayır’ der
gibi sallayarak verandaya çıktı, tahta sandalyeye oturdu ve gökyüzüne doğru
bakakaldı.
Çok geçmeden Özgür elinde iki kahve fincanıyla geldi ve yanındaki
diğer sandalyeye oturdu ‘büyük cesaret
seninki’ diyerek..
- Nasıl yani?
- Buraya gelmek yani, büyük cesaret..
- Sen olsan ne yapardın?
- Şerefli bir misyon baba ocağını tüttürmek,
gelirdim evet..
- Ee benimki niye cesaret oluyormuş o zaman?
- Ama seninle ben bir değiliz ki..
- Cinsiyet ayrımına girmeyeceksin umarım!
- Valla tam da ona girecektim, bazı şeylerin
kadınlar için daha zor olduğunu kabul etmek gerekir.
- Seninle hiç o tarz bir polemiğe katılamıycam
kusura bakma!
- Yanlış anlama ama gerçeklerden kaçman sonucu
değiştirmiyor..Neyse tamam girmeyelim polemiğe
- Senin hikayen nedir peki?
- Hiç.. hiç işte.. diyerek bu sefer Özgür dalıp
gitmişti gökyüzüne doğru.
O geceden sonra aylarca eve gidip yatmamıştı Şebnem. Ama
akşamları verandada kahve içip sohbet etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi.
Uyku öncesi masallar gibi anlattıkları hikayelerle birbirlerini daha iyi
tanımaya başlamışlardı.
Aaa uykusuzluk mu? O devam ediyordu!
25 Yıl Önce
- Aliii, Ahmett hadi sizi bekliyorum, ağaç oldum
burada
- Bi sabırsızlanma kızım ya, geliyoruz işte
- Uzaydan mı geliyorsunuz oğlum, çabuk olsanıza
- Aman be Şebnem, iki ayağımızı bir pabuca
giydirdin
- Sizin iki ayağınız yok ki, dört ayaklı
canavarsınız, bana laf yetiştirene kadar inseydiniz aşağıya geç kalmamış olurduk
işte
Okulun ilk günüydü, Şebnem sabırsızlanıyordu. Halasının ikiz
oğulları ona eşlik edeceklerdi zira onlar dördüncü sınıfa gidiyorlardı. Ailenin
tek kızı olmanın şımarıklığını taşısa da iki fırlama delikanlının yanında erkek
gibi büyümüştü. İlkokula başladığında altı yaşındaydı.
Okula Mahir Efendi götürüp getiriyordu, kasabada
kuzenleriyle aynı okula gidiyordu. Aynı saatlerde eve dönüyorlardı. Onlar
geldiğinde tüm aile tarlada ya da hayvanların yanında olurdu. Şebnem küçük
olduğu için onu evde bırakıyorlardı. Gün boyunca oyalanacak şeyler bulurdu
küçük kız.
Bir gün bahçedeyken eve yaklaşan birini gördü uzaktan.
Sessizce arkasından gitti, etrafta kimse yoktu. İlk gençlik çağlarında bir
delikanlıydı ve evlerine girmişti. Biraz bekledikten sonra Şebnem de girdi, anne
ve babasının odasında çekmeceyi karıştırırken buldu onu.
- Kimsin sen, diye çıkıştı.
- Hey ufaklık, sakin ol, yok bir şey, dedi çocuk
- Ne yapıyorsun burada, ne arıyorsun sen, diye
bağırıyordu boyuna posuna bakmadan.
- Sakin ol dedim sana, sadece bir şeye bakıyordum!
- Annemin bilezikleri mi onlar? Alacak mıydın?
- Hayır yahu, ne alaka!
- Çekil oradan çabuk, imdattt hırsız var, diye
avazı çıktığı kadar bağırdı Şebnem.
Küçük kızın bağırmalarıyla panikleyen çocuk elleriyle
Şebnem’in ağzını kapattı, kız debelenmeye başladı hatta ayaklarıyla tekme
atıyordu. ‘Sus bağırma’ dedikçe tüm gücüyle karşı koyuyordu. Ellerini ısırmaya
başladı çocuğun, çocuk iyice korkmuştu, bir yumruk atarak yere düşürdü
Şebnem’i. Ağlamaya başladı küçük kız, çocuk kaçmaya başladığında ise ‘gününü
göreceksin sen’ diye bağırıyordu arkasından.
Düştüğü yerden kalkıp dışarı attı kendini, hala bağırıyordu,
‘yetişin, imdatt’ diye. Karşıdan gelen ikizler Şebnem’in feryatlarını duyarak
çocuğu yakaladılar. Yaka paça getirdiler, ‘neler oluyor’ diyerek ortalığı
birbirine kattılar. Tüm aile bahçeye toplanmıştı.
Eve giren, çobanın oğluydu, kendini savunmasına fırsat
verilmemişti. Çünkü çiftliğin Bey’inin biricik kızına kötü davranmıştı.
Şebnem’in ağlayarak ‘beni rahatsız etti, dövdü, dokundu, annemin bileziklerini
almaya çalıştı’ diye söylemlerinin ardından ise neredeyse linç edilecekti.
Şebnem’in babası, çobanı çağırıp epeyce hırpaladı, şikayetçi
olacağını söyleyerek işinden etti. Oğlunun hırsızlık ve taciz suçlamalarına
maruz kalmasına, etrafta bu olayın çabucak duyulup yayılmasına ve kendisine
atılan bakışlara, sözlere katlanamıyordu çoban.
Bir gün çocuk eve geldiğinde babasını kendini asmış olarak
buldu. Hiçbir yakını onu kabul etmedi ve çocuk esirgeme kurumuna yerleştirildi.
Tacizci ve hırsız yaftaları peşini bırakmadı, eziyet, işkence ve yokluk çekti,
ta ki bir vakıf üniversitesini tam burslu kazanıp mega kente gidene kadar..
Verandada;
- Ama en nihayetinde bu kadar çabanın karşılığını
almak istiyor insan, diye konuşuyordu Şebnem.
- Bre insanoğlu az mı derdin var ki kendine yeni
dertler uyduruyorsun, az mı kötü haldesin ki kendini kötülemeye çabalıyorsun!
- Aaa Montaigne’den bu! Bi dakka ya felsefe
öğrenimi gören benim, sana noluyor şimdi?
- Yanlış öğrenim görmüşsün, senin kafan sayısala
basıyor, diye gülümsedi Özgür.
- Peki annene ne oldu, diye sordu bu sefer de
Şebnem.
- O da ayrı bir hüzün hikayesi işte, beni
doğururken ölmüş!
- Naa nasıl yani?
- Tarlada.. Ee köylü kadın, etrafındakiler
kasabaya yetiştirene kadar doğmuşum ben ama annem kan kaybına dayanamamış,
diyordu Özgür göğsünde atan kalp değil de taş gibi, mağrur ve boşluğa bakan
gözleriyle.
- Ne acı! Anne sevgisinden yoksun büyümek, üzüldüm,
diye boynunu büktü Şebnem.
- Ohoo sen böyle her şeye üzülürsen anlatmam bak!
‘Acı çekmek ölmekten daha çok cesaret ister’ Bunu da Napoleon söylemiş, yaz bir
kenara, diyerek Şebnem’in önüne eğilen başını eliyle kaldırdı Özgür ve devam
etti:
- Soracak mısın, ben mi devam edeyim?
- Çok başarılı olmuşsun öğrenciliğinde, sonrasında
güzel de bir hayat kurmuşsun kendine, neden buralara geldin ki?
- Uzun hikaye!
- Ee zamanımız çok, hadi anlat..
- Bir davam var, kavgam var!
- Pek de uzun hikayeymiş bu ya, diyerek kahkaha
attı Şebnem.
- Senin yok mu, dedi Özgür
- Farkında mısın dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz
- Hangi yere?
- Bana ve ailemin başıma gelenlere..
- Ben şimdi onu mu dedim?
- İma ettin!
- Peki sen neden kaçıyorsun bu mevzudan? Korktuğun
için mi?
- Korkuyla yaşamak esir olmaktan beterdir.
- Korkmuyorsun ama uyuyamıyorsun da!
- Başka şeyler var..
- Ne gibi?
- Bilmiyorum, var işte!
- Anlat!
- Geç oldu, hadi evli evine köylü köyüne diyerek
kapattı konuyu Şebnem. Ama Özgür’ün bırakmaya niyeti yoktu.
- Nasılsa uyuyamayacaksın!
- Neyin peşindesiniz Özgür Bey? Diyerek dalga
geçiyordu Şebnem.
- İçeri geçelim, serin oldu burası, diye karşılık
verdi Özgür.
Eve girdiler. Özgür mutfaktan içecek bir şeyler almaya
gittiğinde Şebnem’in ayakları, onu anne ve babasının odasına götürdü. Arkasından
Özgür geldi ve Şebnem ona:
- Neden her tarafı değiştirdin de bu odayı böyle
eski haliyle bıraktın, diye sordu.
- Bu odayı nasıl hatırlıyorsun, diye sorusuna
soruyla karşılık verdi Özgür.
- Annem ve babam, burada yatarlardı işte, karşı
oda benimdi ve gecenin bir saatinde mutlaka uyanıp aralarına gelirdim.
Sabahları ikisi de beni mıncıklayarak uyandırırlardı.
- Bu odaya dair hiç kötü anın yok mu?
- Nasıl yani, ne demek istiyorsun?
- 12-13 yaşlarındaki bir çocuğun bu odaya
girdiğini hatırlıyor musun?
Şebnem hafızasını zorlamıştı. Hayal meyal şeyler geliyordu
gözünün önüne. Hayretler içinde donakalmıştı.
- Ama ama sen nerden biliyorsun bunları?
- Hatırladınız değil mi Şebnem Hanım! Çocuk
yaşlarındaki bir delikanlının odaya niçin girdiğini sorgulamadan ortalığı
velveleye verdiğinizi, bu davranışınızla tüm aileyi buraya topladığınızı,
hepsini yanlış anlamaya yönlendirip çocuğu yaftaladığınızı, babasını
karaladığınızı, bunun babasının ölümüne sebep olduğunu, çocuğun hayatını
zehrettiğinizi hatırladınız değil mi? Artık sesi yüksek çıkıyordu Özgür’ün.
- Ama ama ben çok küçüktüm, sonuçlarını tahmin
edemezdim.
- Hiç mi aklına gelmedi, hiç mi düşünmedin şimdiye
kadar?
- Dedim ya çok küçüktüm, pek çok şeyi şimdi sen
söyleyince hatırladım, ailem o günden sonra bu konuyla ilgili bir şey
konuşmadılar, unutulup gitti her şey..
- Ailen evet, şımarık bir kızın her dediğine
inanıp masum insanların hayatını karartan ailen, delikanlılığı dayak atmak
zanneden ağabeylerin, babamın ölümüne sebep olan gaddar insanlar!
- Sen, sen.. yoksa sen..o musun?
Kekeliyordu Şebnem, eli ayağı titriyordu, gözleri dolmuştu
ve ne yapacağını bilmiyordu..
- Evet ben o hayatını mahvettiğiniz çocuğum, bir
düğün varmış köyde, takı takması gerekiyormuş merhum babam, Mahir Efendinin
karısı hanımın çeyrek altınlarından alabileceğimizi söylemiş, sonra bırakırız,
hanımın haberi var demiş. Beni de onun için göndermişlerdi. Anlatmamıza izin
verdiniz mi, hayır! Bu yüzden başlarına gelen her şeyi hak ettiler!
- Nasıl yani? Ailem? Yoksa sen mi?
- Evet ben yaptım, dedi Özgür meşakkatle.
Şebnem delirmişti, ağlıyor ve katil diye bağırıyordu. Özgür,
diğer odaya gidip elinde bir silahla geri döndü. Şebnem’in kafasına doğrulttu,
susmuştu genç kadın, titriyordu. Ellerini açarak diz çöktü. ‘Lütfen’ diyebildi.
-‘Acı çekmek, ölmekten daha çok cesaret ister’
bunu bir kenara yaz demiştim. Sen cesur bir kadınsın ama ayakta ölmek, diz üstü
yaşamaktan daha iyidir, diyerek silahı kendi başına çevirdi, tetiğe bastı
Özgür.
Silahın sesini duyan bekçi ve Mahir Efendi eve girdiklerinde
Özgür’ün başından vurulmuş cesediyle ve Şebnem’in hıçkıran sesiyle
karşılaştılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder