
Akşam olmak üzereydi. Kahve yapmasını istedim. O çay
istedi. Yorgundum ve bilmiyordum çay içmem gerektiğini. Uykum gelmemişti ama
uyumak istiyordum başka birine sarılarak. Çay için
ısrar ediyordu, çok da konuşuyordu. Müziğin sesini açtığımda ise sitem ederek
yanımdan ayrıldı. Arkasından bakarken ben onun bedeninde bir başkasını gördüm.
Yitik bir insan kazanmaya mahkûmdu! Başkasının
bedenlerinde başkalarını görmeye; başka nesnelerde kimselerin bilmediği
parçalanmış hafızalara batmaya ve tabii ki görgüsüzce tüm bu korkunçluktan
keyif almaya. Bilmiyoruz, bilemiyoruz kendi çirkinliğimizin işvesini; yine
kendimize. Fakat korkmuyoruz ve bu artık içselleştirdiğimiz bir gerçeklik.
Kendine çay bana kahve yaptı.Yanıma oturdu, daha
sakin görünüyordu. İnce uzun parmaklarıyla tuttuğu kahve fincanını elime
tutuşturdu. Kahvenin kokusunu içime çektim, derin bir nefes alarak. Suskunluğuma
inat susmak bilmiyordu. Can sıkıntısından gazel okumak gibi değildi
söyledikleri, yüreğinde haykıran, isyan eden insanların öfkesini
barındırıyordu. Daha fazla sessiz kalamazdım.Onu anladığımı, haklı
olduğunu, daima haklı olacağını ve giderek haklılığın totemi haline geleceğini,
dünyanın her yerinden haklılık gezileri düzenleneceğini ve kendisini kutsamaya
yüzbinlerin geleceğini bir kez daha söyledim. Başka ne yapabilirdim ki!
Sigaramı içmeye çalışıyordum, kahvemden yudumlamaya;her şeye ve herkese ara
vermeye.
Bu kadarla yetinmeyecek sanıyordum.
Sabaha kadar sürebilirdi bu konuşmalar, her seferinde olduğu gibi. Ama sustu.
Başını omzuma yasladı. Sigaramı dudağımdan alıp kendi dudaklarına götürerek
derin bir nefes çekti ve sonra dudaklarıma tekrar yerleştirdi. Dudaklarının
ıslaklığıyla beraber tadını da almıştım, duman sarmıştı etrafımızı,o kesif
kokuyla beraber teninin kokusunu da almıştım. Ben de başımı yanaştırdım, sustuk
dakikalarca.
Akşam için yemek yapmak gerekti. Ne yemeliydi? Yanında
ne olmalıydı? Ne içmeliydi bu yemekle? Bulaşıklar vardı... Birbirimizi çok iyi
tanıyorduk. Kendimize karşı yabancılaşmış olabilirdik ama birbirimize karşı değil!
Yemek için dışarı çıkmayı önerdim. Kabul etti. Hazırlanması uzun süreceği için
ona giyinmeye ve süslenmeye başlamasını salık verdim. Çekyata iyice yayıldım,
müziğin sesini açtım, gözlerimi kapattım.
Korkunç bir soğukluk sarmıştı bedenimi,
neredeydim ben? Kaçmakla, üzerine gitmek arasında bir yerlerde sıkışıp
kalmaktan korkuyordum. Küçük bir çocuk fısıldıyordu içimde, 'hadi tut ellerimi,
ben parka götür' diye. Hayatı bütün gerçekliğiyle göstermek istiyordum çocuğa,
ellerini tuttum, beraber bir kara deliğe yuvarlandık. Mutluluğun filtrelerinden
geçerek pişmanlığa kadar ilerledik. Bir yanım bu
sakinliğin belirsiz iliklerinde tevazuyla ilerlerken aynı anda tüm insanlığı
doğruyordum Fransız devrimindeki anarşistlerin ukalalığı ve acımasızlığıyla.
Çığlıklar atıyordu herkes. Kan yüzüme, gövdeme, ağzıma sıçrıyordu. Boğuluyordum
kanlarında ama doymuyordum, sıkılmıyordum, utanmıyordum. Çünkü böyle hissetmek
istemiyordum ama böyle hissediyordum. Kollarım, düşüncemin uzantıları olarak satırlaşmıştı.
Sıranın çocuğa gelmesini istemiyordum ama geleceğini biliyordum.
Elime soğuk bir şeyin değmesiyle
sıçrayarak kalktım yerimden. Onun elleriydi, hep soğuk olurdu. Ellerini
ellerimle ısıtırken daima gülümserdi. Ya ben derin dalmıştım ya da o her
zamankinden daha kısa sürede hazırlanmıştı. Güzel görünüyordu. Hoşlandığım
şekilde makyaj yapmıştı. Sadece kırmızı ruj! Koyu lacivert bir elbisenin
üzerine deri montunu geçirmiş, kolumdan çekiştirerek kapıya doğru sürüklemeye
başlamıştı bile. Et yemek istediğimi söyledim. Canım et istiyordu;
gevrek, sakız gibi, ağzımda dakikalarca çiğnememe rağmen parçalanmayan
etlerden. Taze, henüz kesilmiş bir hayvanın eti. "Olur" dedi. O her
zamanki gibi çorba içeceğini ve salata tabağı alacağını söyledi. Yemeği yedik,
çaylarımızı söyledik, sigara içmek için açık alana gittik. Gitmemiz
gerekiyordu. 50'lerde değildik sonuçta, bizi bizden çok düşünen bir
sistemdeydik ve ben maskülendim; daima!
Henüz bir fırt çekmiştim ki arkadan bir
ses duydum bize bağıran: ' gençler cağara mı içiyonuz' diye. Önce elinde çöp
torbasıyla tıknaz, bıyıklı ve komik suratlı bu adama bakakaldık, sonra
birbirimize bakarak kahkahalara boğulduk. Saniyelerle örtüşen bu zamanda 'evet
abi istersen buyur sen de' diye karşılık verdiğimizde, aslında istediğinin ateş
olduğunu anladık. Çakmağı uzatıp verince,restoranın temizliğinden sorumlu olan
bu adamın 'evli misiniz, çoluk çocuk var mı' sorularına maruz kalarak rahatsız
olduğumuzu fark ettirdik.Ardından eve dönmek istediğimi söyledim ama o biraz
daha dışarıda kalmamızdan yanaydı. Mümkün müydü dış'arıda kalmak, dış'arıda
olmak? Asla imrenmedim, hep alayla, hatta tiksintiyle baktım çoğu zaman
dış'arıda kalanlara, kalabilenlere. Dışarıda kaldık. İş arkadaşlarından
kahvesinin iyi olduğunu duyduğu bir yer söyledi ve oraya gittik. Kahvesi
iğrençti ve zevkle içtim.
Dış'arıda gece bitmek bilmiyordu.
İnsanın zamanı ne kadar sıkıcı geçerse zaman o kadar uzuyordu. Benim için de şu
saatler öyleydi. Mekândan ayrıldıktan sonra yürüdük biraz, ara sokaklarda
köpekler vardı. Biri havlayınca koluma girerek bedenini iyice yaklaştırdı,
yüreğinin atışını duyabiliyordum. Kadınlar tuhaftı, eşitlikten yana olup bu
anlamda seslerini duyurabilmek adına yapmayacakları şey kalmadığı halde gece
yarısı bir sokak köpeğiyle karşılaştıklarında erkeğe sığınmak zorunda
kalıyorlardı. Bu hali hoşuma gitmişti, iyice sardım onu. Yolda markete uğradık, içki aldık kendimize. Sonuçta
bugün Cumartesiydi ve yarın tatildi. İçkilerimizi içecektik, sonra o sevişmek
isteyecekti, ben istemeyecektim ama sevişecektik. Sonra ben yatağın kendime ait
ucunda arkamı dönüp sızacaktım. O ise arkamdan bana sıkıca sarılacak ve
ikimizde bir gün daha kendimizi ertelemenin verdiği huzurla uyuyacaktık.
Geceyi böyle geçirdik, herhangi bir
sürpriz yoktu. Zaten ikimiz de sürprizlere açık değildik, sabah güneş
ışınlarının odamızı aydınlatmasıyla uyandık. Kahvaltıda yumurta yemeyi
severdim, o ise yumurta kırmaktan nefret ederdi. Yumurtanın akı ellerine bulaştığında
iyice gerilir, burnumuzdan getirirdi. Ben hazırladım omleti. Gözleri şiş halde
oturdu karşıma, konuşmuyordu. Aklında gece vardı. Bunu hissediyordum ve bu
şekilde susarak oturmasını umuyordum.Omletimi ara ara
ekmeği de banarak çatalla yemeye koyulmuştum. Sırtım pencereye dönüktü ve güneş
belimi ısıtıyordu. Biraz domates, peynir ve salatalık yedikten sonra dirsekleri
masada, çayı elinde benim omlet yiyişimi izlemeye koyuldu. Fark ettim; durdum!
Çatal elimde ona baktım, bakıştık. Memnuniyetsizdi; benden, yaşamından,
kendinden, giderek büyüyen kalçalarından, sertleşen derisinden, arada takılan
cep telefonundan, geçen yıl babasını kaybetmesi dolayısıyla ölümden, saçlarımı
asla uzatmamamdan, kendinden... Hala gözlerine bakıyordum. Bir dakikaya
yaklaşmıştı ve bir şey demesini bekliyordum çünkü memnuniyetsizliğini,
mutsuzluğunu pervasızca birinin yüzüne vurmaktan çekinmeyen ben değildim.Düşüncelerimi haksız çıkarırcasına, adeta beni mahcup
edercesine konuşmadan oturuyordu. İçinden haykırarak söylediği ' bana o
bakışını sevmiyorum, yeter artık neden böyle davranıyorsun, senin için daha ne
yapabilirim, bunca senenin hatırı yok mu, kalbimi acıtıyorsun, bana öyle bakma,
ne olur biraz ikimizi düşün, benim seni sevdiğimi' serzenişlerini dilinden
dökülmese de yüreğinden okuyabiliyordum. Susarak bile iletişim kurabiliyordu
benimle. Ben mi gariptim, o mu bilemiyordum.Sonra bana bir soru sordu:
"Ne düşünüyorsun?" Sadece omlet yemeye, kahvaltı yapmaya çalışıyordum
ve gerçekten bir şey düşünmüyordum; bunu ona söyledim. Bana tekrar "Ne
düşünüyorsun?" dedi; aynı tonda, aynı bakışla, aynı ketumlukla.
"Hiçbir şey" diye cevap verdim. Gülmeyen bir gülümsemeyle kafasını
yana çevirdi, ellerini tepesinde topladığı saçlarına attı ve öylece kaldı.
İçinden geçen onca şeye beni de ortak
etmekti amacı. Zira sebebi bendim. Bir şey düşünmüyor olmama inanmıyor çünkü
kendi kafasında tilkiler dönüp duruyordu. Kadınların hislerini hafife
alamazdım. Birçok şeyden emin olmalarına rağmen illaki duymak istiyorlardı.Ve
duymak istedikleri şeyden de rahatsız oluyorlardı. Mazoşizmin ruhlarına bu
kadar işlemesinin tersine, kırılganlıklarına engel olamıyorlardı. Kısa bir
bakış fırlattı, bende "Karımı!" diye yanıt verdim. Gülümsedi. Başka
ne yapabilirdi ki! Korkunç bir şey karşısında sadece korkarız ama rezil bir şey
karşısında çaresizizdir. Gülümsemekten başka hiçbir eylem ya da söz karşı
tarafa durumun vahametini geçiremez. Çayından 1-2 küçük yudum daha aldı. Tekrar
bana bakmaya koyuldu. Ben çatalı tabağın kenarına koydum; bakışmaya başladık.
Duymak istediği şey ona acı da verse soruyordu, cevabı bildiği
halde soruyordu, kanatıyordu kalbini, bundan zevk mi alıyordu? İkimizi de
karanlığa çekiyordu, özlediği şeyleri ifade etmek istiyor ama gittikçe gömülüyordu
yalnızlığa, umutsuzluğa. Asla değişmeyeceğimi biliyordu, çabası yoktu artık.
Karanlık ikimiz için de iyiydi, çünkü içinde bulunacağımız ışık o kadar azdı
ki.Ve bunu
bitirmesi gereken taraf ben değildim. Çünkü kendi hikâyemin hatırlamadığım bir
yerinde hafızamı kaybetmiştim ve hatta sonradan bundan zevk almıştım, hala da
alıyordum. Acıdan aldığı, bencillikten aldığı bu haz benim için zevke
esriklikti ve bende bunu bırakacak hafıza yoktu. Nerede başlamıştı, bitmişti
karımla hikâyemde, bu kadın araya girmişti. Bana "defol" demek yerine
"bugün yalnız kalmak istiyorum" dedi.
Bir sigara yakıp ayrıldım oradan, yürümeye başladım. Yağmur
yağıyordu, hissizlik sarmıştı bedenimi. Aklım başka yerdeyken bacaklarıma yürü
emrini veren neydi, kimdi? Kalbimin taşikardik atmasına sebep olan her şeye
söverek yürümeye devam ettim. Yalnız kalmak hepimizin hakkıydı.Gözlerim
dolar gibi oldu ama üzüldüğüm hiçbir şey yoktu. Hiçliğim miydi beni ağlatacak
olan! Kendime hiç acımamıştım, çünkü bir hafızam vardı dedim ya. Hiçliğim bir
tulum gibi tüm bedenimi sarıyordu. Neden bilmiyorum, ortaokulda bana ayakkabı
alan öğretmenimi aramak, ona anlatmak istedim kendimi. Ya da lisedeki sevgilim
Aygül'e sarılmak istedim. Fakat tüm bu anımsamalar hayalin oluşmasına izin
vermeden hiçlik tarafınca bacaklarından çekiliyorlardı. 2 vesayet değiştirdim
ve kapıyı açtım. Evde kimse yoktu.Yorgundum,
mutfağa girdim, buzdolabında kabak dolması vardı. Canım istemedi. Bir bira
aldım ve salona geçerek televizyonu açtım. Haberler can sıkıyor, hava durumu
yağmurlu havalardan bahsedip iç karartıyordu. Hızla içtiğim bira kafamın
koltuğa düşmesine ve göz kapaklarımda bir ağırlığa sebep oldu. Kapının açılıp,
içeri girenin o olduğunu hayal meyal görebiliyordum. Ağzımı açıp da tek kelime
etmeye mecalim yoktu.
"Geldin
mi sen!" dedi. Biliyordu, adı gibi biliyordu ama bir şeyi bilmiyordu:
Neden bilmemezlikten geldiğini. Ve bu yüzden bırakamıyordu beni. Hiçbir şey olmamış
gibi kucağıma oturdu, yüzümü okşadı, sağ yanağımdan öptü, "İyi eğlendiniz
mi?" diye sordu, cevaplarını aldı. Erkek erkeğe takılmanın hazzını hiçbir
şey veremezdi bir kadına. Havanın çok nemli olduğunu, terlediğini, duşa
gireceğini söyledi. Akşam için yemek vardı ama dışarı çıkmak istiyordu.
"Tamam" dedim. TRT radyo 3'ü açtım; saat 3'e geliyordu, uzandım.
Kafamda deli sorular vardı, biraz kestirmek isteyen bünyeme soru
işaretlerim engel oluyordu. Bir deniz kenarında olmak istedim, orada oturup
günlerce denizi izleyebileceğimi düşündüm. O andaki mutluluğumu yıllar
öncesinde yaşadığım hayatla bağdaştırdım. Artık ağlayabilirdim, hiçliğe,
geçmişe, isteniyor olmanın verdiği hazza,pişmanlıklara, acılara,
vazgeçmişliğime. Ama vazgeçemezdim, her
şeye sahip olamayacağımı bir not kâğıdına yazmalıydım. Bunu gözümün önünde bir
yerlere koyup sürekli hatırlamalıydım. Birini çıkarmalıydım hayatımdan. Böylece
hafifleyecektim.
Rolling
Stones'un Under My Thumb'ı çalmaya başladı radyoda. Sırtımı odaya döndüm,
bacaklarımı karnıma çektim ve ağlamaya başladım. Çabucak ağlayıp, gözyaşlarımı
silmeliydim çünkü karım her an banyodan çıkabilirdi. Kısa bir ağlama olmalıydı
ve bir kerede ağlayıp bitirmeliydim. Gözlerimi sildim ama hala kapalıydılar.
Hangisini çıkarmalıydı? Soru buydu.Ve bu sorunun
cevabı bende gizli olmasına rağmen bir türlü çözemiyordum. Gözlerimi
kapattığımda yanıma doğru geldiğini ayak seslerinden anladım. Kokusu da
kendinden önce gelmişti zaten, tüm odayı kaplayacak kadar da keskindi, içime
çektim. Üzerinde bornozu vardı, boynunu açık bırakacak şekildeydi. Ellerimi
boynunda gezdirip bir an boğmak istedim. Sonra yüzümü yanaştırarak kokladım.
"Hadi
üzerini giyin" dedim. "Neden" diye sordu. Yemek için dışarı
çıkacağımızı hatırlattım ama o bana saatin daha erken olduğunu söyledi.
Haklıydı. Saçmalıyordum. Fakat sevişmek isteyen bakışlarından kaçmak için başka
bir tavır takınmak zorundaydım. Sabahladığımızı ve yorgun olduğumu belirttim.
Tüm sevecenliğiyle karşıladı. "Ben saçlarımı kurutayım o zaman" dedi,
gitti. Arkasından baktım. Odanın kapısından dönerken sarındığı havlu açıldı ve
sol kalçası göründü. Küçük bir gülücük attı ve havluya tekrar kabaca sarınarak
yatak odasının yolunu tuttu. Hayatımdan çıkarmam gereken kişi kendimdim. Evet
kendim!
Mutfağa yöneldim, buzdolabından bir bira daha aldım. Buz gibiydi
ve içimi serinleten, düşüncelerime soğuk duş etkisi yapan tek şeydi. Hızla onu
da içtim. Bana kalsa koltuktan hiç kalkmadan sabah kadar içebilirdim. Ama
çıkmamız gerekiyordu ve ayık olmalıydım. Banyoya giderek ılık duşun altında bir
müddet kaldım. Karımın duş jelinin çilekli kokusu hala etkisini yitirmemiş, tüm
banyoyu kaplamıştı.Duştayken yanıma geldi, beraber yıkanmaya başladık. Sakallarımı
sabunladı, ağzıma doldu sabun köpükleri. Lakin ben tat almıyordum. Gözlerime
sürdü sonra. Uzun parmaklarıyla omzuma hafifçe dokunarak arkamı dönmem için
emirde bulundu. Sarıldı; gövdemi sabunladı. Kurulanmadık. Beraber çıktık
duştan. Karım görebilirdi.
Endişe kapladı tüm bedenimi, havluyu belime sardıktan sonra bir
başka havlu ile kuruladım onu. Hareketlerim bir o kadar hızlı, bir o kadar
isteksizdi. Gözlerimi kapattığım an soru işaretleri beynimin içini kemiriyor,
açtığımda ise gerçekler suratıma tokat gibi iniyordu. Mutfakta
olmalıydı. Damacanadan bardağa su dolduruşunun sesi kulağıma geliyordu. Nereye
saklayacaktım! Karım her an oturma odasına gelebilir ve onu görebilirdi. O ise
paniğe kapılmama anlam veremiyor ve sürekli ne olduğunu sorup duruyordu.
Televizyonun arkasına baktım ama imkânsızdı. Koltuklarımız ve duvar arasında
bir mesafe vardı ama biraz daha çekmek gerekiyordu. Bu değişiklik fark
edilebilirdi. Hem kabul edecek miydi saklanmayı? Kaygıyı dilimin altında bozuk
bir para gibi hissediyordum. "Seni saklamalıyım" dedim ve kolundan
sertçe kavradım, ağzını kapattım. Koltuğu dizimle öne çekerken karım kapıda
belirdi. Şaşırmadı! Gülümsüyordu dahası. Yanımıza
yanaştı, elini uzatarak tırnaklarıyla yüzümden boynuma doğru indi. Gittikçe
sertleşiyordu dokunuşları, hatta göğsüme doğru iyice çiziyordu tırnaklarıyla ve
hafifçe kanamaya başlamıştı. Diğer eliyle boynumu sıktı, nefes almakta güçlük
çekiyordum, ağzımı açıp da tek kelime edemezken elimle kolunu tuttum.
Karım
bunları tebessümle, kazıdığı yerlere öpücüklerde kondurarak yaparken o beni bacaklarımdan
asılarak yere oturttu. Odanın köşesindeki koltuğun kenarındaydık. Karım, ben ve
o! Karnımı delen bir şey hissettim, başımı aşağı çevirdim. Göbek deliğimden
içeri parmağını sokmuştu. Ensemde bir kesik! Elimi attım, tüm ensem dikey
olarak yarılmıştı. Dokununca kesiğe tüm vücudumu silkeliyordu elektrik.
Sinirleri hissediyordum. Mideme bir kramp saplandı. Elimi attım; onun
dirsekleri. Elleri yoktu. Elleri karnımdaydı. Kan oluk oluk akıyordu. Hışımla
ayağa kalkmaya çalıştım ama kalkamadım. Henüz geçen yıl yenilediğimiz ahşap
kaplamalar kanımın da katkısıyla daha da kayganlaşmıştı.Debeleniyordum kaygan zeminde; kendi kanımla boğulmak üzereydim sanki.
Vücudumda karıncalar dolanıyor gibiydi. Derinden gelen kahkaha sesleri beynimin
içinde Çin işkencesi yaratıyordu. Titriyordum, ölüyordum.
Üzerime
kapaklandılar. O sol kolumdan parçalar koparırken, karım sinirleri söküp
atmakla meşguldü. Yaşam gidiyordu; ben değil! Kasıklarıma umarsızca çöken bir
diz hissettim. Eziyordu tüm erkekliğimi. Ben izliyordum, izin veriyordum tüm bu
tecavüze. Neden? Suçluluk değildi; kendini bilmezlikti belki; bilmiyorum. Artık
bilmediğim bir ben'i terk ediyor ve bunu kameraya kaydediyordum. Shutter
giderek düştü. Görüntüler yerini ardışık karelere, ardışık kareler fotoğraflara
bıraktı. Karım karnını kesti ve iki-üç aylık bebeğimizi odanın diğer köşesine
fırlattı. Boğazına yapıştım ama kimin bilmiyorum. Geriye ittim. Bebeği almak
için giderken arkamdan bir şey çekti beni. Bağırsağımın ucu ondaydı. O kimdi,
seçemiyordum. Bulanıklaşıyordu her şey. Bağırsağımı eline dolayarak kendine
çekti beni. O girdi araya, dişleriyle kesti bağırsağı; özgür bıraktı beni.
Çok içerlerde derin bir uykudaydım artık, ben uyanmayayım diye
tüm dünyanın sesini kısmışlardı, parmak uçlarına basarak yanımdan ayrılmışlardı.
Zifiri karanlıkta, huzurla uyuyarak yaşamaya devam ettim! Hafızasızlığımın
bedelini ödüyordum belki de, kim bilir! Özgürlük kanla beslendi daima; ibret-i âlemle.
Bu da benim artık kendimden yoksunluğumun yine beni kesin bir şekilde özgürlüğe
hapsetmesiydi. Biliyorlardı; bilmezlikten gelmemeleri gerektiğini. Suçlu
bendim, onlar daima haklı. Hâlbuki bir suçlu ve haklı aramamıza gerek yoktu.
Artık hangi şiddet beni kandırabilirdi ki! Uyumak istiyordum çocuğuma
sarılarak. Sürünmeye çalıştım ama olmadı. Kaygandı her şey. En başta ruhum
geçişkenliğini kaybediyor, körkütük müziğe dalıyordu. Yanıma geldi rujunun çirkinliğiyle.
İç’im geçmiş, dış’ım sertleşmiş. Fondöteni dilimin altında ketum bir tat
bırakıyordu. Gözlerim kendine gelemedi ve dolayısıyla o, yani karım ve
karımdaki çocuğumun yaşamıma son veren görüntüsü bir kez daha belleğime
kazınamadı. İstemiyordum!
“Ben
hazırım” dedi.
Emine
Ebru
Budala Adam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder