‘Sen bana güzel bir masal anlatırsan ben de belki dünya
hakkında güzel şeyler söylerim’ diyordu.
Öyle ha deyince masal anlatılmıyordu ki! Zaten birisi anlat,
yap, yaz, öğren, ye, git deyince insanın yapası gelmiyordu ya da bana öyle
oluyordu, bilmiyorum. Bir gün de bir şeyi bilsem dişimi kırardım.
Büyük bir enkazın altındaydık, başımıza gelen felaket bu
ülkenin kaderiydi artık, böyle olmaması gerekse de!
Gecenin bir yarısı sıcak yataklarımızda yatarken derin bir
sarsıntıyla toz duman içinde kalmıştık, geçen bir dakikadan bile daha az süre
içinde nasıl olduysa sadece apartmana girip çıkarken gördüğüm ve çoğu zaman
selamlaşmadığımız alt komşumla yan yana bir sütunun altında kıpırdamadan nefes
almaya çalışıyorduk.
Kolumun üzerinde yan dönmüş haldeydim ve acı dahil hiçbir
şey duymuyordum. O, bacaklarını hissetmediğini söylüyordu. Bir haber kanalında
muhabirlik yaptığını o haldeyken öğrenmiştim. Çoktandır beklenen bu depremin
sürpriz olmadığını söylüyordu. Yine de insanın başına gelmeden anlayamıyordu.
‘Hadi ama anlat şu masalı’ dedi. Bir varmış bir yokmuş ile
başlamamı istemedi. Bildiğim masallardan olmasın diye tembihledi.
-Kim o haldeyken masal dinlemek isterdi ki, üstelik
anlatacak olanın da şartları farklı değildi.-
‘Dünyanın sonu yaklaşıyormuş’ diye başladım. ‘Mişli geçmiş
zaman kullanma’ dedi. Kuralları da ağırdı!
‘Dünyanın sonu yaklaşırken bilim adamları yeni bir nesil, yeni
bir yaşam alanı yaratma çabasındaydılar’ diye başladım bu sefer de.. Neyse ki
beğendi, devam etmemi istedi.
‘Her milletten seçtikleri bir erkek ve dişiyi
laboratuvarlarına getirtiyorlardı.’ Yine araya girdi, ‘neye göre seçiyorlar,
kimi seçiyorlar, ayrıntı ver’ diyerek.
‘Gen haritaları incelenerek, ailesinde ve kendilerinde
herhangi bir kalıtsal hastalığı olmayan, yaşı 20 ile 25 arasında olan,
eğitimli, dil bilen, boy-kilo ortalamaları normal olan, bir engeli bulunmayan
ve deneyler için gönüllü olan gençler arasından bir erkek ve dişiyi seçiyorlardı.
Tüm ülkelerden gelen bu gençler yapılacak olan çalışmalarda bulunmak üzere
dünyanın bir ucuna bilim üssüne yerleştiriliyordu.’
‘Bunun sebebini açıklayacak mısın, yoksa sorayım mı’ diye
susturdu beni yine. Halbuki ne güzel dinliyor diye açılmış gidiyordum. ‘Patlama,
anlatıyorum işte’ dedim.
‘Dünyadaki su kaynakları yok olmak üzereydi, tarım arazileri
çoktan kurumuştu, salgın hastalıklar sonucu meydana gelen ölümlerde milyonlarca
insan yaşamını yitiyordu. Savaşlarla kazanılmaya çalışılan uygun yer arayışı ülkelerin
yok olmasına sebep oluyordu. Yiyecek bulunamıyor, solunan hava zehir saçıyordu.
Dünyanın batısındaki bu ülkede kurulan bilim üssüne seçilen gençler, yüzlerce
yıl sonraki insan neslinin devam etmesini sağlayacaklardı.’
‘Neden sadece kendi ülkesindeki gençleri değil de, diğer
milletlerin gençlerini de alıyorlar bilim üssüne, üstelik bu kadar milliyetçi
bir ülke, saçma bence burası’ diyerek keyfimi kaçırdı. Bir şeyler uydurmalıydım.
‘Diğer büyük ülkelerin de kendi çaplarında yaptıkları
çalışmalar vardı fakat hiçbirisi bu ülkedeki bilimsel verilere yetişemedi, bu
sebepten bunların araştırmalarına zarar vermek istediler, bunu engellemek adına
aralarında bir protokol imzaladılar. Adil bir paylaşım olması için tüm
ülkelerden insanları gelecek nesle taşıyacaklardı.’
‘Devam et, fazla vaktimiz olmayabilir’ dedi. Dilim damağım
kurumuştu, enkazın tozu boğazıma kadar dolmuştu, güçlükle anlatmaya devam
ettim.
‘Dışarıdan gelecek olan tüm tehlikelere, doğa olaylarına
karşı koyabilecek şekilde yapılan bu üs kendi teknolojisi ile tarım
yapabiliyor, su üretebiliyor, hava kaynağı sağlayabiliyordu. Üremeyi sağlamak
amacıyla embriyoları saklanıyordu. Büyük tüplerde yıllarca uyuyabilecek şekilde
tasarlanan uyku odaları vardı. Dışarıda ne kadar zaman geçerse geçsin onlar
aynı yaşta kalıyorlardı. Bu şekilde geçen üç bin yılın ardından dünyada bazı
değişmeler meydana geliyordu.’
‘Üç bin yıl mı? Ooo bebeyim fazla abartmadın mı yahu’ diyerek
kesti sözümü, alay ediyordu artık.
‘ Masal bu yaaa, prenses kurbağayı öpünce prens olduğuna,
Kaf Dağı’nda yaşayan Zümrüd-ü Anka kuşuna, prensesin eline iğne batınca
yıllarca uyuduğuna, bir cam tabutun içindeki Pamuk Prenses’in, prensin
öpmesiyle uyanmasına inanıyorsun da, bu mu garip geliyor sana’ diye çıkıştım.
Gözlerini hafifçe kırparak derin nefes almaya çalıştı.
Göğsündeki hırıltıyı duyabiliyordum. Zorla konuşuyordu artık. ‘Masalın sonunu
dinlemeden ölmeme izin verme’ diyebildi.
İçim acımıştı, elimi uzatarak elini tutmaya çalıştım. Buz
gibiydi. Korktum. Bağırmaya başladım üzerimizdeki sütuna vurarak;
‘Yardım edin, sesimi duyan var mııı?’
Öyle sessizdi, öyle karanlıktı ki! ‘Hadi’ dedi. Anlatmaya
devam ettim dudaklarım titreyerek..
‘Buzullar erimeye başlıyordu, kuzeyden gelen su kaynakları
arazileri sulamaya başlamıştı, güneşin yeniden parlaması üç bini aşkın süreyi
kapsıyordu. Dünya yeniden yaşama elverişli bir yer oluyordu. Tek tek uyandılar
uykularından, dışarısı onlar için henüz elverişli değildi. İsyan edenler oldu,
intihar edenler, bir başkasını öldürenler oldu ama hızla çoğaldılar. Yıllarca
sürebilecek bir serüvene başladılar, yine yeniden.. ‘
Anlatacak gücüm kalmamıştı artık, ‘Bitti’ dedim.
‘İnsanlık zaten ölmüş, insanlar yaşasa ne olur sanki ’ dedi
zar zor.
‘Masal bitince bana dünya hakkında güzel şeyler
söyleyecektin’ dedim.
‘Dünyadaki her şey o kadar boktan ki hakkında söylenecek tek
güzel şey yok’ dedi ve gözlerini kapattı.
Ürpererek titredim.
Ölümü bekliyordum. Uzun bir mevsim yaşıyor, üşüyordum. Bu
arada vaktimi boş geçirmemek için mırıldanıyordum.
‘Bir varmış, bir yokmuş..’