3 Şubat 2016 Çarşamba

Bana Masal Anlat



‘Sen bana güzel bir masal anlatırsan ben de belki dünya hakkında güzel şeyler söylerim’ diyordu.
Öyle ha deyince masal anlatılmıyordu ki! Zaten birisi anlat, yap, yaz, öğren, ye, git deyince insanın yapası gelmiyordu ya da bana öyle oluyordu, bilmiyorum. Bir gün de bir şeyi bilsem dişimi kırardım.
Büyük bir enkazın altındaydık, başımıza gelen felaket bu ülkenin kaderiydi artık, böyle olmaması gerekse de!
Gecenin bir yarısı sıcak yataklarımızda yatarken derin bir sarsıntıyla toz duman içinde kalmıştık, geçen bir dakikadan bile daha az süre içinde nasıl olduysa sadece apartmana girip çıkarken gördüğüm ve çoğu zaman selamlaşmadığımız alt komşumla yan yana bir sütunun altında kıpırdamadan nefes almaya çalışıyorduk.
Kolumun üzerinde yan dönmüş haldeydim ve acı dahil hiçbir şey duymuyordum. O, bacaklarını hissetmediğini söylüyordu. Bir haber kanalında muhabirlik yaptığını o haldeyken öğrenmiştim. Çoktandır beklenen bu depremin sürpriz olmadığını söylüyordu. Yine de insanın başına gelmeden anlayamıyordu.
‘Hadi ama anlat şu masalı’ dedi. Bir varmış bir yokmuş ile başlamamı istemedi. Bildiğim masallardan olmasın diye tembihledi.
-Kim o haldeyken masal dinlemek isterdi ki, üstelik anlatacak olanın da şartları farklı değildi.-
‘Dünyanın sonu yaklaşıyormuş’ diye başladım. ‘Mişli geçmiş zaman kullanma’ dedi. Kuralları da ağırdı!
‘Dünyanın sonu yaklaşırken bilim adamları yeni bir nesil, yeni bir yaşam alanı yaratma çabasındaydılar’ diye başladım bu sefer de.. Neyse ki beğendi, devam etmemi istedi.
‘Her milletten seçtikleri bir erkek ve dişiyi laboratuvarlarına getirtiyorlardı.’ Yine araya girdi, ‘neye göre seçiyorlar, kimi seçiyorlar, ayrıntı ver’ diyerek.
‘Gen haritaları incelenerek, ailesinde ve kendilerinde herhangi bir kalıtsal hastalığı olmayan, yaşı 20 ile 25 arasında olan, eğitimli, dil bilen, boy-kilo ortalamaları normal olan, bir engeli bulunmayan ve deneyler için gönüllü olan gençler arasından bir erkek ve dişiyi seçiyorlardı. Tüm ülkelerden gelen bu gençler yapılacak olan çalışmalarda bulunmak üzere dünyanın bir ucuna bilim üssüne yerleştiriliyordu.’
‘Bunun sebebini açıklayacak mısın, yoksa sorayım mı’ diye susturdu beni yine. Halbuki ne güzel dinliyor diye açılmış gidiyordum. ‘Patlama, anlatıyorum işte’ dedim.
‘Dünyadaki su kaynakları yok olmak üzereydi, tarım arazileri çoktan kurumuştu, salgın hastalıklar sonucu meydana gelen ölümlerde milyonlarca insan yaşamını yitiyordu. Savaşlarla kazanılmaya çalışılan uygun yer arayışı ülkelerin yok olmasına sebep oluyordu. Yiyecek bulunamıyor, solunan hava zehir saçıyordu. Dünyanın batısındaki bu ülkede kurulan bilim üssüne seçilen gençler, yüzlerce yıl sonraki insan neslinin devam etmesini sağlayacaklardı.’
‘Neden sadece kendi ülkesindeki gençleri değil de, diğer milletlerin gençlerini de alıyorlar bilim üssüne, üstelik bu kadar milliyetçi bir ülke, saçma bence burası’ diyerek keyfimi kaçırdı. Bir şeyler uydurmalıydım.
‘Diğer büyük ülkelerin de kendi çaplarında yaptıkları çalışmalar vardı fakat hiçbirisi bu ülkedeki bilimsel verilere yetişemedi, bu sebepten bunların araştırmalarına zarar vermek istediler, bunu engellemek adına aralarında bir protokol imzaladılar. Adil bir paylaşım olması için tüm ülkelerden insanları gelecek nesle taşıyacaklardı.’
‘Devam et, fazla vaktimiz olmayabilir’ dedi. Dilim damağım kurumuştu, enkazın tozu boğazıma kadar dolmuştu, güçlükle anlatmaya devam ettim.
‘Dışarıdan gelecek olan tüm tehlikelere, doğa olaylarına karşı koyabilecek şekilde yapılan bu üs kendi teknolojisi ile tarım yapabiliyor, su üretebiliyor, hava kaynağı sağlayabiliyordu. Üremeyi sağlamak amacıyla embriyoları saklanıyordu. Büyük tüplerde yıllarca uyuyabilecek şekilde tasarlanan uyku odaları vardı. Dışarıda ne kadar zaman geçerse geçsin onlar aynı yaşta kalıyorlardı. Bu şekilde geçen üç bin yılın ardından dünyada bazı değişmeler meydana geliyordu.’
‘Üç bin yıl mı? Ooo bebeyim fazla abartmadın mı yahu’ diyerek kesti sözümü, alay ediyordu artık.
‘ Masal bu yaaa, prenses kurbağayı öpünce prens olduğuna, Kaf Dağı’nda yaşayan Zümrüd-ü Anka kuşuna, prensesin eline iğne batınca yıllarca uyuduğuna, bir cam tabutun içindeki Pamuk Prenses’in, prensin öpmesiyle uyanmasına inanıyorsun da, bu mu garip geliyor sana’ diye çıkıştım.
Gözlerini hafifçe kırparak derin nefes almaya çalıştı. Göğsündeki hırıltıyı duyabiliyordum. Zorla konuşuyordu artık. ‘Masalın sonunu dinlemeden ölmeme izin verme’ diyebildi.
İçim acımıştı, elimi uzatarak elini tutmaya çalıştım. Buz gibiydi. Korktum. Bağırmaya başladım üzerimizdeki sütuna vurarak;
‘Yardım edin, sesimi duyan var mııı?’
Öyle sessizdi, öyle karanlıktı ki! ‘Hadi’ dedi. Anlatmaya devam ettim dudaklarım titreyerek..
‘Buzullar erimeye başlıyordu, kuzeyden gelen su kaynakları arazileri sulamaya başlamıştı, güneşin yeniden parlaması üç bini aşkın süreyi kapsıyordu. Dünya yeniden yaşama elverişli bir yer oluyordu. Tek tek uyandılar uykularından, dışarısı onlar için henüz elverişli değildi. İsyan edenler oldu, intihar edenler, bir başkasını öldürenler oldu ama hızla çoğaldılar. Yıllarca sürebilecek bir serüvene başladılar, yine yeniden.. ‘
Anlatacak gücüm kalmamıştı artık, ‘Bitti’ dedim.
‘İnsanlık zaten ölmüş, insanlar yaşasa ne olur sanki ’ dedi zar zor.
‘Masal bitince bana dünya hakkında güzel şeyler söyleyecektin’ dedim.
‘Dünyadaki her şey o kadar boktan ki hakkında söylenecek tek güzel şey yok’ dedi ve gözlerini kapattı.
Ürpererek titredim.
Ölümü bekliyordum. Uzun bir mevsim yaşıyor, üşüyordum. Bu arada vaktimi boş geçirmemek için mırıldanıyordum.

‘Bir varmış, bir yokmuş..’ 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder